İletişim Adresi

   
  ORHAN YILDIZ
  Musluman Turk Devletlerinde Kultur ve Teskilat Sayfa 1
 


 MÜSLÜMAN  TÜRK  DEVLETLERİNDE 
KÜLTÜR  VE  TEŞKİLAT  Sayfa - 1

Kültür ve Teşkilat 

"Tanrı devlet güneşini Türkler'in burcunda
doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri
onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkler'i
yeryüzünün hâkimi yapmıştır."
Kaşgarlı Mahmud

Türk tarihinin bu safhasındakurulan siyasî teşekküller artık "Bozkır ili" değildir. Sosyal durum,iktisadî hayat, idarî ve askerî yönlerden olduğu gibi, dil, edebiyat, san'atitibariyle Türkler yeni bölge ve kültür şartlarının gerektirdiği anlayışlara dauymuşlardır, dolayısiyle eskisinden oldukça farklı bir hüviyyete bürünmüşlerdir.Bu şartlardan biri, İslâmiyetin, dünyevî faaliyetleri de kadrolayan kitabî bir dinolması, diğeri de yerli halkın, islâmî akîde ve müesseselerle birlikte, eski İran(Sâsânî) geleneklerinden bir kısmını yaşamakta devam etmesidir.

Türkler, hâkimiyetleri esnasında, müslüman kütlelerce alışılmış ve onlarıtedirgin etmiyen gelenek ve kuruluşlara müdahale etmemişlerdir. Bu itibarla: Sosyaltabakalaşmanın devamı, halk dili Farsça ile Kur'ân dili Arapçanın konuşma veyazışmada kullanılması, edebiyatta, dinî ve ilmî eserlerde bu dillerin geçerliolması, Türk idareciler tarafından islâmî isimler, unvanlar, lâkaplar alınması,mevcut hükûmet teşkilâtının adları ile birlikte muhafaza edilmesi, devleti korumahizmetine yerli unsurların iştirak ettirilmesi ve islâmın inanç ve ideallerinindevlette hâkim bir mânevî güç durumuna yükselmesi bu Türk siyasî teşekküllerininözellikleri olmuşlardır.

 

Fakat bu Türk devletleri tam bir "islâm devleti" de değildir. Aradaki farklartemelde ve özde olduğu için mühimdir. Türk-İslâm devletinin islâm devletindenayrıldığı noktalar özellikle: Hükümranlık anlayışı, devlette askerî karakter,cemiyette dinî davranış, toprak rejimi ve sosyal haklarda belirir. O hâlde bu Türkdevletleri islâm dininin hâkim bulunduğu ülkelerde mevcut "kültürçevresi" değerleri ile, Bozkır Türk siyasî, sosyal, hukukî örf vegeleneklerinin birbiri ile ahenkli şekilde kaynaştığı kendine has karaktere sahipteşekküllerdir.

Bukaynaşma tabiatiyle pek kolay olmamış, uzunca bir geçiş merhalesi gerektirmiştir.Türkler'in münferiden veya küçük âileler hâlinde hilâfet hizmetine girmeleri biryana bırakılırsa, ilk İslâm-Türk siyasî kuruluşu olan Kara-Hanlılar zamanı bu"geçiş"in devlet seviyesindeki devresini teşkil eder. Gerçekten Orta Asya'dahalkı yüzde yüze yakın Türk asıllı bir sahada kurulduğu için siyasî, içtimaîve hukukî yönden Türk olan Karahanlı devleti, dinî açıdan islâmiyeti temsiletmekte, Türk-İslâm cemiyet tipine doğru köprü vazifesini görmüş bulunuyordu.Gelişme Selçuklular'la tamamlandı.

Gaznelidevletinde bu sonuç alınamazdı, çünkü yabancı etnik kütle üzerinde ancak ince birtabaka meydana getiren ve İslâm dünyasının kenarında faaliyete geçen Gazneliidarecilerinin bir yandan yerli unsura dayanmak mecburiyeti, diğer taraftansiyasetlerinin daha çok dışa (Hindistan'a) dönük bulunması onları böyle birimkândan yoksun bırakmıştı. Halbuki Selçuklu Devleti müslüman ülkelerinortasında kurulmuş ve bütün siyasî, iktisadî, dinî icraatı doğrudan doğruya bumemleketlerin meselelerine, Türk ve yerli müslüman halkın arzu ve ihtiyaçlarınıntatminine yönelmişti. Böylece, bilhassa bahis konusu "kaynaşma"yıgerçekleştirmek suretiyle Türk-İslâm devlet ve cemiyetini yaratmağı başaranBüyük Selçuklu İmparatorluğu zamanı, sonraki bin yıllık tarihe damgasını vuranbir "büyük çağ" vasfını taşımaktadır.


Umumî Durum

Kara-Hanlı devletinde"Arslan Han" unvanlı "büyük hâkan" ülkenin doğusunu, onunyüksek hâkimiyeti altında "Buğra Han" unvanlı diğer bir han da batıyıidare ediyordu. "İlig"ler ve "Tegin" diye anılan şehzadelergeliyordu. Tegin'likten İlig'liğe, sonra Buğra Han'lığa ve nihayet Arslan Han'lığayükselmek suretiyle memleketi idare eden hânedan üyelerinden kendilerine vazifeverilenler, bölgelerinin merkezlerinde (Balasagun, Özkend, Kâşgar, Sayram, İlâk,Buhâra vb.) bir mikdar askerî kuvvet bulunduruyor ve merkezî hükümetin izni ile kendiadlarına para bastırıyorlardı. Başkentte hâkanlara vekâlet edenler Erkin, Sağunvb. gibi unvanlar alırlardı. Başında, Kaşgarlı'ya göre, halk arasından yetişmiş"vezir"lere verilen "Yuğruş" unvanlı bir zatın bulunduğu birdanışma kurulu veya devlet meclisi vardı. Bu hey'et ile hâkan arasındaki irtibatıTayangu (hâcib, ulu hâcib) sağlar, memleket içi ve dışı yazılı münasebetlerBitigci tarafından, mâliye işleri Ağıcı tarafından düzenlenirdi.

Görülüyor ki,Kara-Hanlı devletinde idare Bozkır İli'nin devamı mâhiyetinde idi. Yalnızteşkilâtın üst kademelerinde, eski "hâkan" yerine Arslan Han gibi bazııstılah değişikliği olmuştu. İslâmî açıdan görülen yeniliklerde, islâmdevletinde meşrûiyetin şartı olarak, hükümdarlığın halife tarafından tasdiki,ülkede halife adına hutbe okutulması, parada halifenin adının zikredilmesi, bir de,hâkanın başı üzerinde çetr (sırmalı kadifeden şemsiye; hâkimiyet alâmeti idi)taşıması idi. İslâmiyeti ilk kabûl eden Satuk Buğra'dan itibaren han'lar müslümanisim ve lâkapları almağa başlamışlar, fakat Sultan unvanını ancak 13. yüzyıladoğru kullanmışlardır.

Kara-Hanlı devletindehükümranlık, esasta, Bozkır İli meşrûiyet prensibine dayanıyordu. 1070 yılınadoğru Kâşgar'da yazıldığı bilinen ünlü siyaset kitabı Kutadgu-Bilig'de bu hususbelirtilmektedir. Şeriat, hilâfet gibi islâm devletinin temel unsurlarından,Kur'an'dan, hadîsten ve dinî-hukukî islâm müesseselerinden bahsedilmeyen ve ahalininbir islâm cemiyetinden ziyade Türk topluluğu vasfında tanıtıldığı bu eserdemeşrûiyet eski Türk "kut" ve "töre" telâkkilerinedayandırılmıştır. Bilindiği üzere, hükümranlığı Tanrı bağışı kabûletmekle birlikte töre hükümleri ile sınırlayan bu anlayışın eski Hind-İrantelâkkisi ile bir ilgisi mevcut değildir.

Daha ziyademahallî bir islâm devleti durumundaki Gazneliler'de, hükümdarlığı, hilâfetmakamınca tasdik edilen ve halifeden çeşitli lâkaplar alan Mahmûd "Sultan"unvanı ilk tevcih edilen hükümdar olmuş, sonra bu tâbir bütün islâm devletibaşkanları tarafından resmî unvan olarak kullanılmıştır. Ancak siyasî gelişmeyönünden Selçuklu İmparatorluğu'nun devamı olup, şeklen de olsa onun yüksekhâkimiyetinde birer idarî otorite vasfını muhafaza eden Atabeylikler ve Arap, İranîdeğil Türk unvanlarının taşındığını Anadolu Türkmen Beyliklerinde"Sultan" unvanı mevcut olmamıştır ki, bu da, bütün Orta-Doğu bölgesineyayılmış çeşitli siyasî kuruluşların, bu arada Anadolu Selçuklu kolunun, meşrûhükümranlığını kendi üzerinde taşıyan Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nunoynadığı merkezî rolü ortaya koyar.

Selçuklular başlangıçta eski Gök-Türk devlet telâkkisi ve teşkilâtının tatbikçisi olan Oğuz-Yabgu devletinin izinde idiler. Başta Yabgu vardı. İnal, Yınanç ve Bey unvanlı hânedan üyeleri onun etrafında idarî sorumluluğa iştirak etmekte idiler. Fakat Horasan'a geçtikten sonra değişiklikler belirdi. Gerçekten 1040 Dandanakan savaşının en mühim neticesi olarak Horasan'a Selçuklu yerleşmesi Türk-İslâm devlet ve cemiyetinin teşekkülünde en tesirli olay niteliğinde görünmektedir. Nişâpûr, Merv, Serahs, Tûs ve Belh gibi büyük iskân mahallerini (şehirleri ve civar köyleri) içine alan Horasan kıt'ası, aynı zamanda kır sahalarının genişliği ve otlakları ile Bozkırlı nüfusu en iyi şekilde barındıracak bir ülke olduktan başka, Türkler'in kalabalık koyun, sığır, at sürülerinden elde ettikleri mahsûller de şehirli ve köylü ihtiyaçlarını karşılaması ve yerli el sanatlarına ham madde teşkil etmesi itibariyle bölge iktisadiyatını tamamlayacak mahiyette idi. Böylece Selçuklu kütlelerinin asıl göç sebepleri olan yer darlığını ortadan kaldırıp geçim sıkıntısını gideren Horasan, ayrıca, Ortaçağ dünya ticaretinin belli başlı noktalarından biri olarak da büyük değer taşıyordu.

Bilhassa ana yolların birbiri ile kavuştuğu Nişâpûr şehri, dolayısiyle strateji yönünden de çok ehemmiyetli idi. İslâm doğunun seçkin siyaset, idare, edebiyat ve ilim adamlarını yetiştiren zengin kültür merkezi Horasan, saydığımız bu özellikleri yüzünden, civar devletler arasında (Kara-Hanlılar, Sâmânîler, Gazneliler) şiddetli rekabet mevzuu olmakta ve Selçuklular için de şüphesiz erişilmesi gerekli ana hedef sayılmakta idi. Bunu teşvik eden diğer bir husus da Horasan ahalisinin kısmen Türk oluşu idi. Selçuklular'dan önce de burada Türkler yaşamakta idi. Esasen tanınmış Arap yazarı El-Câhiz (ölm. 869) ile El-Bîrûnî (ölm. 1051)'nin kayıtlarına göre, Horasanlılar'la nehir (Ceyhun) ötesindeki Türkler arasında umumî telâkkiler ve yaşayış bakımından büyük fark yoktu. İşte bu iktisadî, askerî, kültürel ve kavmî hususiyetleriyle Horasan kıtası, Selçuklu devletinin sağlamlaşmasını temin etmiş ve sonra asırlarca sürecek Orta-Doğu Türk hâkimiyetinin karakterini çizmiştir.

Sosyal ve fikrî hayat itibariyle "yerleşik" kültür değerlerinin yaşadığı şehir ve kasabalarında Abbasî hilâfetince temsil edilen Doğu-İslâm inanç ve davranışlarının hüküm sürdüğü, aynı zamanda, açıklamağa çalıştığımız geniş imkânlar dolayısiyle bu kültürün boyuna geliştiği Horasan çevresinde Bozkırlardan gelen Selçuklular'ın devlet kurabilmeleri ancak islâmiyetin ve mahallî hususiyetlerin değerlendirilmesi ile mümkündü ve binlerce yıllık bir idarecilik geleneğine sahip Selçuklu başbuğları da bunun farkında idiler.

Nitekim İslâm'da ve Türk'de ortak telâkki olan adâlet ve nizama gösterilen saygı daha 1038 yılında, Tuğrul Bey'in öncüsü sıfatı ile Nişâpûr'a gelen İbrahim Yınal'ın konuşmasından anlaşılmakta idi. Yınal'a göre, o zamana kadar etrafta görülen asayişsizlik "küçük adamların" işi idi. Fakat artık "âdil padişah" Tuğrul Bey'in idaresi sayesinde kimse nizamı bozmağa cesaret edemeyecekti. Tuğrul Bey Nişâpûr'a gelince, meşhur kadı Sâid'in tavsiyelerini dinledi ve işlerin düzenlenmesini Ebu'l-Kaasım'ül-Kevbanî adlı yerli bir idare adamına havale etti. Bu zatın ilk Selçuklu veziri olarak gösterilmesi ve arkasından diğer yerli vezirlerin iş başına getirilmeleriyle de beliriyor ki, Horasan'da, şerîatı ve teşkilât gelenekleri ile bir doğu-islâm devletinin temelleri atılmakta idi. Tuğrul Bey "sultan" unvanını almış, islâm ad ve lâkapları kullanmağa başlamış, Oğuz "Yabgu" unvanı yerine "melik" tabiri geçmiş ve hükümet islâm örneğine göre teşkilâtlandırılmağa başlanmıştır.

İslam Amme (Kamu) Hukukunda Değişiklik

Fakat bu devletin, hilâfet merkezine uzaklığıyüzünden aynı bölgelerde meydana çıkan Tahirîler, Saffârîler ve Sâmânîler gibimüslüman-İranlı devletlerden çok farklı yanları vardı. Türk özellikleridışında, bu fark başta hükümranlık anlayışında görülüyordu: Bilindiği üzereislâmiyette devlet başkanı (halife), Allah'ın elçisi (resûl) olan Peygamberimizevekillik ettiği için "bütün müslümanların başı" (Emîr'ül-mü'minîn)diye anılır ve o, insanların dünya ve ahiret bütün işledi dahil, kâinatnizamının, Allah kelâmı (Kur'ân)nın emir ve nehiyleri (şerîat) dairesinde,idaresinden sorumlu bulunurdu. Halbuki Türk hükümdarı Tanrı bağışı"kut" yolu ile yalnız yeryüzündeki insanları idare etmekle vazifeli idi.İşte hâkimiyet anlayışındaki bu ayrılık islâm tarihinde ilk defa BüyükSelçuklu İmparatorluğu çağında ortaya çıkmış ve Türk hükümdarları dünyayıidare etme yetkisini halifeye devretmeyerek kendi uhdelerinde muhafaza etmişlerdir.

Daha önceki islâm devletlerinde, hattâGazneliler'de bile devlet başkanları "islâm halifesine bağlı birer müslümanemir" durumunda iken ve halifenin yüksek otoritesini tanıyarak her türlüicraatında dinî hükümler çerçevesinde kalmağa, dünya meselelerini de şeriatahkâmına göre yürütmeğe gayret ederlerken, Selçuklu sultanları hürmette kusuretmedikleri halifeyi sadece muhterem bir vatandaş addediyorlar ve hilâfet başkentiBağdad'a Türk imparatorluğunun bir şehri gözü ile bakıyorlardı.

Bozkır Türk devletlerinde(Gök-Türkler, Hazarlar vb.) dinî tolerans şeklinde, hattâ Kara-Hanlılar'da Türkmeşrûiyet prensibi olarak görülen, dünya işlerinin din işlerinden ayrıtutulmasından ibaret eski Türk geleneği 1055'de Bağdad'a giren Sultan Tuğrul Bey'in,halife El-Kaaim bi'emrillah'ın para ve erzak tahsisatını artırarak, saltanatmeselelerini kendi üzerine alması ile fiilen yürürlüğe konmuş, böylece islâmâmme hukukunda çok mühim bir değişiklik meydana gelmiştir ki, halife ile sultanı,biri dinî, öteki dünyevî olmak üzere birbirine denk iki baş kabûl eden bu yenianlayışa göre, Türk hükümdarı artık "halifeye bağlı bir müslümanemiri" değil, fakat saltanatın gerçek sahibi ve dünya işlerinden tek sorumluşahıs idi. Yalnız şeriat ile meşgul olan halifeler ise merkezî hükûmet tarafındankendilerine verilen araziden geçim ve gelirlerini sağlıyorlardı ve hattâ zaman zamanhalifenin sultan tarafından tanınması gerekiyordu.

Abbasî halifesinin dünyaişlerinden uzak tutulması hususunun, Selçuklular'dan önce Buveyhîler idaresindetatbik edildiği, dolayısı ile halifenin buna esasen yabancı olmadığı görüşümeseleyi açıklamağa kâfi değildir. Sünnî Abbasî hilâfeti şiarına itibaretmiyeceği tabiî olan şiî Buveyhî devletinin, gerçekte, islâm âmme hukukuna göre,bir "emir"i durumunda bulunduğu Mısır'daki şiî Fâtimî halifesinindirektiflerinden harice çıkamayacağı unutulmamalıdır. Şüphesiz ne Buveyhîler, nede yukarıda adlarını sıraladığımız islâm devletleri bugün "lâiklik"diyebileceğimiz kavram ile ilgili bir fikrî esasa sahip değildirler. Selçuklular'daise, dinî tolerans sınırlarını çok aşan bu tatbikat Sultan Tuğrul Bey'inBağdad'da hilâfet sarayında ihtişamlı bir tören ile halife tarafından "Dünyahükümdarı" ilân edilmesi (20 ocak 1058) ile meşrûiyet yönünden tesciledilmiş oldu.

Bundan dolayı, SultanMelikşah medenî hukuka ait yeni kanunlar çıkarabiliyordu. Ülkeye geniş ölçüdevicdan hürriyeti getiren bu prensip bir yandan ilim, fikir ve edebiyat sahalarındaserbest gelişmeye daha çok imkân vermiş, bir yandan da islâm memleketlerindekiçeşitli mezhep, tarikat mensupları ile, gayri müslim unsurların (zimmîlerin)islâmî hukuk kaidelerine tâbi olmak mecburiyetlerini hafiflettiği için, devletsınırları içinde hıristiyan, Gürcü, Ermeni, Suryanî, Pavlikan, Musevîbölgelerindeki kalabalık teb'anın devlete bağlanmasına büyük ölçüde yardımetmiştir. Bu durum özellikle 12. yüzyıla doğru Orta-Doğu siyasî haritasındadikkati çekecek kadar belirlidir.

Selçuklular'dan önceki doğu-islâm dünyasında: birbirine karşı cephe almış mahallî hâkimiyetlerin yarattığı siyasî düşmanlık ve aynı zamanda türlü inanç ve mezheplerin halk arasında meydana getirdiği düşmanlık ile, Selçuklu İmparatorluğu'nun geliştiği zamanlardaki siyasî ve mânevî birlik Kutadgu-Bilig'deki Türk Bey'i (hükümdarı) hakkındaki tanımın en iyi ifadesidir. Tarihî kaynaklarda çoğu "Es-sultan'ül-âdil" diye anılan Türk devlet başkanları, hak ve adâlet "kanunlarını" yürütmekte oldukları için türlü din, mezhep ve telâkkiye bağlı kütleler huzur içinde günlük hayatlarını devam ettiriyorlardı. İmparatorlukta ve diğer Türk-İslâm siyasî teşekküllerinde -halkın dinî duygusunun tahriki ile meydana gelen Babaî isyanı (1239) ile istilâcı Moğollar'a karşı direnme gayretleri dışında- görülen bazı iç mücadele hareketleri, bilindiği üzere, bilhassa şehzadeler arasında beliren hâkimiyet ihtirasının sonucu idi ve Türk hükümranlığındaki "kut" prensibi dolayısiyle halk bu gibi meselelerle fazla ilgilenmiyordu.

Buna karşılık, Selçuklu İmparatorluğu parçalandığı zaman, idarenin zaafından faydalanarak eski dünyevî iktidarı tekrar kurmak isteyen halifelerin Irak Selçuklu devletinin yıkılışında ve bilhassa halife En-Nâsır li-dinillah (1179-1229)'ın Harezmşah imparatorluğunun çöküşü, İslâm-Türk ülkelerinin Moğol istilâsı altına düşüşünde oynadıkları menfi rol hatırlanmağa değer. Diğer taraftan Mısır Türk Sultanı Baybars Abbasî âilesinden birini (El-Muntasır bi'llah) hilâfet tahtına oturtmuş (1261), Delhi sultanlığında da aynı "lâik" görüş yürürlükte kalmıştır. Ala'üd-din Kalaç'a göre, devlet ile şerîat ayrı şeyler olup, biri hükümdara, diğeri kadı ve müftîlere âit işlerdir. Netice olarak, Türkler'in İslâm dünyasına getirdiği bu prensip, yâni âmme menfaatlerini korumakla vazifeli devlet otoritesinin herşeyden üstün olduğu düşüncesi, bütün Türk-İslâm devletlerinde hâkim olmuş, tamamiyle şeklî mahiyette saltanatları tasdik, hil'atler, unvan vermekle yetinen halîfeler dünya işlerine karıştırılmamıştır.

Hükümranlık bahsinde sultan zevcelerinin durumu da dikkat çekicidir. İslâm âmme hukukunda yeri olmayan hâtunların Türk-İslâm devletlerinde eski Türk geleneği icabı otoritelerini yürütmeğe çalıştıkları görülür. Meselâ Tuğrul Bey'in hanımının bu ünlü sultan üzerindeki nüfûzu kaynaklarda belirtilmiştir. Sultan Melikşah'ın zevcesi, Kara-Hanlı prensesi, Celâliye (Terken) Hâtun da devlet idaresinde çok tesirli idi. Siyasî temasların bazan önce bu hâtunla yapılarak olgunlaştırıldığı bilinmektedir. Kaynaklar bu hâtun'un ayrı bir dîvân'ı (hükümet) olduğunu da kaydederler. Fakat bu yönden Harezmşah Alâ'üd-din Tekiş'in hanımı ve Alâ'üd-din Muhammed Harezmşah'ın annesi, Kanglı prensesi, Terken Hâtun bilhassa mühimdir: Ayrı Dîvân'ı, ayrı sarayı vardı ve sultanın emirleri bu hâtunun imzası olmadan geçerli sayılmıyordu. Harezmşah Muhammed, iktidarının sonlarına doğru Semerkand'a çekilerek başkenti Gürgenc'i ona bırakmak zorunda kalmıştı.

Cihan Hakimiyeti 

Bozkır Türk devleti başkanının vazifelerindensayılan "cihana hâkim olma" düşüncesi Türk-İslâm devletlerinde de yaşamaktaidi. Oğuz Kagan destanından ve Uygur hükümdar âilesinin menşei efsanesinden başkaBatı Hun İmparatoru Attilâ, Hun Başbuğu Uldız, Gök-Türk sınır kumandanı Türk-şadhaklarındaki tarihî vesikalarda ve Orhun kitabelerinde görülen "Güneşin doğduğuyerden battığı yere kadar" dünyanın, töre'ye göre, Türk hükümdarı tarafındanidare edilmesi ülküsü olan eski Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi Selçuklu çevresindebütün canlılığını muhafaza ediyordu.
Eserini 11. asrın 2. yarısında yazmış olan KâşgarlıMahmûd şöyle demektedir: "Tanrı devlet güneşini Türkler'in burcunda doğdurmuş,göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkler'iyeryüzünün hâkimi yapmıştır."

Peygamberimizin:"Benim Türk adında bir ordum vardır." dediğini nakleden Kâşgarlı'yagöre, "Türk" adı Tanrı tarafından verilmiştir. O zamanınumumî efkârında yaygın olduğu anlaşılan bu düşüncenin siyasî sahalarda da yankılarıgörülmekte idi. Tuğrul Bey'den sonra, yine halife tarafından doğunun ve batının hâkimiilân edilen Büyük Sultan Melikşah (25 nisan 1088) ölümünden az önce Bağdad'datopladığı harp meclisinde Mısır'ın ve bütün Mağrip kıtasının zaptını planlıyor,oğlu Sultan Sencer de halifeye gönderdiği 1133 tarihli mektubunda "Ulu tanrınınlütfu ile cihan padişahlığına yükseldiğini" yazıyordu. Diğer taraftanMuhammed Harezmşah Suriye, Mısır ve civarının zaptını tasarlıyordu.

Feth edilecek ülkelerinönceden hânedan üyeleri arasında bölüştürülmesi de cihan hâkimiyeti ülküsününtatbikatından idi. Oğuz destanındaki ok motifi, Uygur efsanesinde kardeşlerin belli bölgeleresevk edilmesi, Gök-Türk kitâbelerinde, zaptı düşünülen istikamete prensler tâyiniile, Selçuklular'ın Dandanakan savaşının hemen arkasından toplanan mecliste fütûhatyönlerinin ve buralara gönderilecek başbuğların seçilmesi arasında bir aynîlikmevcuttur. Ayrıca, Selçuklu idaresi tarafından şuurlu bir şekilde batıya, Bizans sınırlarınayığılan ve son derece ehemmiyetli tarihî sonuçlar veren Türkmen göçlerinin mümkünkıldığı Malazgirt muharebesini takiben Anadolu'nun fethi de aynı ülkünün zaferhalkalarından biridir.

Bilindiği üzere, bütüninsanlığa şâmil olan semavî dinlerden her birinin gayesi, itikatlarını her tarafayaymak suretiyle dünyayı kendi iman sistemleri kadrosuna almak olduğundan, İslâmhalifelerinin vazifesi de insanları İslâm dininin kardeşlik bayrağı altındatoplamaktı. Ancak cihan hâkimiyeti ile bu dinlerdeki telâkki arasında yine esastan birfark vardır. Dinlerce insanların kardeşliği ve hak eşitliği her dinin kendi îman şartlarıve amel-kaidelerine bağlanmakta ve meselâ İslâmiyet ve Hıristiyanlık dışındakalanlar ikinci dereceden insanlar sayılmakta iken, Gök-Türk kitâbelerinde açıkçaifade olunduğu üzere, Türk anlayışında, yeryüzünde mevcut insan cinsi bir bütünolarak göz önüne alınıp, topluluklar arasında sosyal, kültürel, dinî herhangi birkademe kabul edilmemekte ve herkese eşit muamele, hak ve adâlet tanınmaktadır.

İslâm devletlerinde fethedilen ülkeler İslâm dinine döndürülmeğe ve Kur'ân dili Arapçanın yayılmasınaçalışıldığı ve bu, bir vazife olduğu hâlde, Türk-İslâm devletlerinde çeşitlidin ve mezhepten kütlelerin, kültürlerin müdahale edilmeksizin yaşamalarının sağlanması,Selçuklular'dan itibaren bütün Türk-İslâm siyasî teşekküllerinde görülen Türkhükümranlığında cihan hâkimiyeti prensibinin özelliği mahiyetindedir.

Ülkenin Taksimi Meselesi 

İslâm-Türk devletlerinde ülkeden bir bölgeninidaresi verilen hânedan üyeleri "melik" diye anılırlardı. Bunlarimparatorluk başkentindekine benzer bir hükümet kuruluşuna, dolayısiyle ayrı"vezir"lere, atabeylere, ayrı askerî kuvvetlere sahip olmakla, halife, sultanve kendi adlarına hutbe okutmakla, "nöbet" çaldırmakla ve izne bağlıolarak para bastırmakla beraber, merkezdeki sultan tarafından temsil edilen yüksekiktidarı tanırlar, re'sen idare ettikleri savaşlarını ve siyasî temaslarını,imparatorlukça düzenlenen ana siyaset çerçevesinde yürütürlerdi. Aksi hareketedenler tâkibata uğrardı. Melikler değiştikçe veya bölgelerinde daralma veya genişlemeoldukça vazife, yetki ve sahalarına ait fermanların sultan tarafından yenilenmesi lâzımdı.

Veliahdlık müessesesi "Bozkır"devresinden beri (babadan oğula, oğul sabî ise, kardeşe) devam etmekle birlikte, hânedanmensupları âileden intikal eden "kut"un kendilerinde de mevcut olduğu düşüncesiile yüksek ikitidarı almak gayretine girişirlerdi ki, huzursuzluklara yol açan bu mücadelelersonunda tahta fiilen hakim olanın gerçek "kut" ile donatılmış bulunduğuinancı ile onun etrafında toparlanırlardı. Böylece gerçekleşmiş bir düzene karşıdirenenler "asî" sayılarak te'dibine çalışılırdı.

 Bu itibarla,Kara-Hanlılar'da, Selçuklular'da ve Harezmşahlar'da sık görülen taht kavgalarınınmekanizması yanlış yorumlanmamalı ve devlet nizamının kurulduğu zamanlarda çeşitlibölgelerin başında bulunan hânedan üyeleri, yüksek otoriteye bağlı meliklerolarak, imparatorluğun idaresinde ve fütûhatta ortaklaşa mes'uliyet taşıyanidareciler sayılmalıdır. Nitekim Sultan Melikşah'ın vefatı (1092) ile merkezdeiktidar boşluğu hasıl oluncaya kadar imparatorlukta hükümranlık zedelenmemiş,devlet bütünlüğü bozulmamış, hattâ bir nesil sonra bile Büyük Sultan SencerAnadolu Selçuklu hükûmetini hukuken kendine bağlı düşünmüş, Anadolu SelçukluSultanı II. Kılıç Arslan 1185 sıralarında ülkesini 11 oğlu arasında "bölüştürdüğü"hâlde, Anadolu 11 devlete ayrılmamıştır.

Ancak, tıpkıBozkır ilinde olduğu gibi, merkezî iktidar ortadan kalktığı veya devlet istiklâlinikaybettiği zamanlarda parçalanma görülmektedir. İslâm dünyasında 4 Selçukludevleti, Doğu Anadolu Türkmen Beylikleri merkezî iktidar zaafa uğrayıp çöktüğü içinmeydana gelmişler, sonraki Anadolu Beylikleri de Anadolu Selçuklu devletinin Moğoltahakkümü altına düşmesi üzerine bu istilâcıları uzun müddet tanımağa razıolmayan uc Türkmenleri tarafından geliştirilmişlerdir; tıpkı 630 yılında Çin hâkimiyetinegiren Gök-Türk devleti içinde, kendi başlarına devletler kurmağa girişen Hazarlar,Oğuzlar, Karluklar, Türgişler gibi.

YalnızHindistan'da ve Mısır'da durum biraz farklı görünmektedir. Delhi sultanlığındaidare başına birbiri arkasından bir kaç âile gelmiş, Mısır devletinde dekabiliyetli şahsiyetler ordunun tasvibi ile sultanlığa yükselmiş ve ancak Kalavun'dansonra devamlı hânedan kurulabilmiştir. Bunlar herhâlde, birinin Türkistan'dan diğerininKıpçak bozkırlarından devamlı olarak gelen kuvvetlerle beslenmenin sonucu devletteyeni yeni güçlerin meydana çıkması ile açıklanabilir. Nitekim Tolunlular ve Akşidliler(İhşîdîler) böyle bir ikmâl desteğinden mahrum oldukları için ömürleri kısa sürmüş,buna karşılık Selçuklular'ın ilk devirlerinde çok kalabalık Türkmen kütlelerininbatıya akışları (yalnız Anadolu'ya 550-600 bin kişi civarında) burada Türkdevletinin istikrarını sağladığı gibi Anadolu'nun çabucak Türkleşmesini mümkünkılmış, fakat Orta Asya'da Timur iktidarının kurduğu baraj yüzünden ikmâlsizkalan Delhi sultanlığında hâkimiyet yabancılara geçmiştir. Mısır'da ise gittikçeazınlıkta kalan Türk unsuruna karşılık bilhassa Çerkesler'in çoğalması iktidarınÇerkes Kölemenleri'ne geçmesi sonucunu getirmiştir.

Teşkilat
 
İslâm-Türk devletlerinde makam ve memuriyetadlarından ve vezir Nizâm'ül-mülk'ün Siyasetname'sinden anlaşıldığına göre,hükûmet teşkilâtı ve ordu kuruluşunda, esas itibariyle İslâm-İran geleneğinidevam ettiren Gazneli Türk devleti, Selçuklular ve dolayısiyle sonraki bütünTürk-İslâm siyasî teşekküllerine örnek olmuş durumdadır. Bununla beraber,Selçuklu devrinde Atabey, sübaşı, çavuş, tuğra, ulag, cufga vb. gibi teşkilâtlailgili Türkçe terimler yaşamıştır. Ayrıca beyleri daima Türk unvanları taşıyanTürkmen Beylikleri dışında, Türkistan'ın devamlı tesiri ile, DelhiSultanlığı'nda, hiç olmazsa terim olarak Türk unvanları uzun müddetgörülmüştür.

a-Hükümdâr ve Saray:
Devlet teşkilâtının en mükemmel şeklini almış olduğu Büyük Selçukluİmparatorluğu zamanında sultan (Melikşah, Sencer; Büyük Sultan=Es-sultan'ül-a'zam)adına ülkenin her tarafında hutbe okunur, para onun adına basılır, fermanlara,"Büyük Divan" (merkezî hükûmet) kararlarına onun isminden ibaret tuğraçekilirdi. Sultan Türkçe adı yanında bir Müslüman adı da alır, saltanatınhilâfetçe tasdiki münasebeti ile halife tarafından verilen lâkapları kullanırdı.Savaşlarda ve gezilerde başı üzerinde "çetr" tutulur ve daima beraberindebulunan muzika takımı ("nöbet") günde 5 namaz vaktinde nöbet çalardı.Melikler ancak 3 nöbet çaldırabilirlerdi. Sultanlar, haftanın belirli günlerindedevlet erkânını ve kumandanları kabûl eder, halkın şikâyetlerini dinler,kadı'ları tâyin, ikta'ları tevzi, tâbi devlet başkanlarınınhükümdarlıklarını, meliklerin idareciliklerini tasdik ve devlete karşı işlenensuçlarla meşgul yüksek mahkemeye başkanlık ederdi.

b- Hükûmet:
"Divan-ı saltanat" (Büyük Dîvân) denilen hükûmet, başında "sahipDîvân-ı Saltanat" (veya Hâce-i buzurg) unvanlı vezirin bulunduğu"Dîvân-ı vezaret"e bağlı olan 4 Dîvândan kurulu idi:
1?Dîvân-ı Tuğra (devletlerin bazılarında, Dîvân-ı inşa, Dîvân-ı risâlet:İç ve dış yazışmalar),
2?Dîvân-ı İstîfa (mâliye). Halktan tahsil edilen vergilerin toplandığı"Harç"?masraf hazinesi ile, has araziden ve tâbi hükûmetlerden alınanvergi, hediye vb. âit "Asıl" (ihtiyat) hazineyi idare eder ve devletin umumîgelirlerini düzenler,
3?Dîvân-ı Arz-ül-ceyş (Harbiye),
4?Dîvân-ı işrâf (Umumî teftiş), Burada, askerî ve adlî işler dışındakibütün devlet memurları ve muamelâtının tamamen müstakil bir "işrâf"kuruluşu ile kontrol altında tutulması dikkate değer.

Taşra ise Büyük Dîvân'abağlı ve merkez şehirlerinde birer şıhne (askerî vâli) bulunan eyaletlerle,melikler idaresindeki bölgelere ayrılmıştı. Her şehir ve kasabada mülkî idaredensorumlu bir "amîd", mâlî işlere bakan bir "âmil", halktarafından seçilen bir "reis" ve belediye işlerini murakabe eden bir"muhtesip" vardı. Çeşitli vazifelerle bütün ülkeye yayılmış nâiplervekiller, kâtipler, tahsildarlar vb. hayli kabarık yekûn tutardı. Ayrıcaimparatorlukta "peyk"ler ve "perende"lerden kurulu çabuk haber almateşkilâtı, muntazam ulag (posta) şebekesi, askerî ve ticarî ehemmiyeti haiz yollardakarakollar ve asayişin daimî korunması gerekli yerlerde "ribât" (tahkimlihan)lar, "münhî" diye anılan gizli istihbarat memurları hükûmetteşkilâtınıı tamamlayan unsurlardı.

c- Adliye
Adliye şer'î yargı, örfî yargı olarak ikiye ayrılmıştır. Kadı'lar şer'î dâvâlara bakar, başlarındaki "Kaadî'l-kudât" merkezde (Selçuklu devrinde Bağdad'da) mahkeme reisliği yaptığı gibi, bütün kadıları da kontrol ederdi. Miras, hayrat işleri ve vakıfların idaresi, vakfiyelerin düzenlenmesi de kadılara âitti. Kadıların hükümleri kesindi.
Ordu mensuplarının dâvaları "Kadıasker"ler tarafından görülürdü. Örfî ve kanunî meseleleri hal ile vazifeli ayrı mahkemeler vardı. Başında "Emîr-i Dâd" (Adalet Bakanı)ın ve taşrada bunun nâipleri ve inzibat memurlarının bulunduğu bu teşkilâtın üstünde ağır siyasî suçlar, sultanın başkanlığındaki hususî mahkemede hükme bağlanırdı. Bu arada belirtilmesi gereken nokta, adalet işlerinden sorumlu şahısların Büyük Dîvân veya eyâlet Dîvân'ları ile yâni hükûmet ile ilgileri bulunmamasıdır. Böylece herhangi bir siyasî veya idarî baskıya mâruz kalmaksızın adaleti yürütmek mümkün olmakta idi.
Kısaca açıklamağa çalıştığımız bu hükûmet teşkilâtı bazı ufak farklarla ve yer yer isimler değişmekle birlikte, fonksiyonları birbirine yakın şekilde devam etmek üzere, Osmanlılar'a kadar Türk-İslâm devletlerinde, hattâ Orta-Doğu Moğol teşkilâtında mevcut olmuştur.

d- Ordu:
Kara-Hanlı, Türkmen Beylikleri ve başlangıçta Anadolu Selçuklu orduları Türkler'den kurulu idi. Gazne ordusunda yerli unsur büyük çoğunluk teşkil ediyordu. Çünkü, esasen yabancılara dayanmak zorunda olan Sultan Mahmûd'un zengin ve putperest Hind râcalarına karşı tertiplediği meşhur seferleri için kalabalık ve koyu müslüman askerlere ihtiyacı vardı. O sırada Horasan'da yaygın olan Kerrâmîlik mezhebi taraftarlarından çok faydalanan Mahmûd, ayrıca islâm ülkelerine adamlar göndererek "gaziler" toplatıyor ve sefer zamanlarında kendiliklerinden katılanlar ("Mutavvia"=Gönüllüler) ile kuvvet sayısı büyük rakamlara yükseliyordu. Bunlar yalnız ganimetten pay almakta idiler. Fakat Sultan Mahmûd'un, Selçuklular'a örnek olan hassa ordusu çeşitli etnik unsurlar arasından devşirilip hususî terbiye ile yetiştiriliyordu.

Büyük Sultan Melikşah zamanında Ortaçağ'ın en büyük askerî gücü hâline gelen Selçuklu orduları: Çeşitli kavimlerden seçilerek tören ve protokolda özel saray terbiyesine tâbi tutulmuş ve doğrudan doğruya sultana bağlı "Gulâmân-ı saray" güzide kumandanların eğitimi altında, her ân savaşa hazır hassa ordusu, meliklerin, şıhnelerin ve devlet erkânının askerleri, tâbi hükûmetlerin kuvvetleri idi.

Siyasetnâme'sinde Gazneli usulü hassa ordusu kuruluşunun faydalarını sayıp döken vezir Nizâm'ül-mülk'ün, sultanlarla soydaşlıklarından dolayı Türkmenler'den de bir grubun alınması tavsiye etmesinden büyük çoğunlukla yabancılardan teşkil edildiği anlaşılan hassa ordusu efradından herbirine imparatorluğun çeşitli köşelerinde ikta araziler verilmişti. Türkmen beylerinin bazan serkeşlik yapabilmelerine (meselâ Sultan Melikşah'a karşı Artuk Bey ve Ebu'l-Kasım) mukabil, Gulâmân-ı saray ve hassa ordusu kumandanlarının sultana kayıtsız, şartsız bağlılıkları dikkate değer. Ayrıca imparatorluğun her tarafına dağılmış ve yine kendilerine ayrılan ikta topraklarından geçimlerini ve teçhizatını sağlayan süvari kuvvetleri ("Sipâhiyân") çok kalabalık idi.

Selçuklu devrinde askerî teşkilâtta yapılan çok mühim yenilik de bu askerî ikta idi. Bir taraftan mevcudu çok yüksek orduların devlete külfet yüklemeden beslenme ve donatımını mümkün kılan, diğer yandan, verim ölçüsünde vergi artacağı için ikta sahiplerinin de gayreti ile memleketin zengin ve mâmur hâle gelmesine yardım eden, fakat bir nevi toprak bağışından ibaret olup, İslâm ikta'ından farklı bulunan Selçuklu usulünün eski Türk toprak hukukunun yeni şartlara uydurulması olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan başka, gerekince halktan ücretli asker (Hâşer) de toplanırdı. Selçuklu ordularına, devletin başından sonuna kadar, büyük fetihler yapan, bilhassa uc (sınır)larda kendi bey'lerinin idaresinde vurucu kuvvet olarak emsalsiz hizmetler gören Türkmenler'i de ilâve edersek eski Türk 10'lu sistem üzerine kurulu Büyük Selçuklu askerî gücünün azameti iyice ortaya çıkmış olur.

Delhi sultanlığında ordu, Kalaçlar çoğunlukta olmak üzere, Türk'tü ve Hindistan'da askerî başarıların epeyce kolay elde edildiği anlaşılıyordu. Sultan Balaban'ın ifadesi ile "7-8 bin Türk atlısı, 200 bin Hindû askerinden üstün" idi. Şâir Husrev-i Dihlevî de "Türk'ün karşısında Hindû, arslanın karşısında ceylân gibidir" diyordu. Sultanlığın son zamanlarında Orta Asya'dan Türkler'in gelişi çok seyrekleştiği için ordu ikmâlini yerlilerden yapmak gerektiğinden iktidar zayıflamış, nihayet yabancılara intikal etmişti.

Harezmşah'larda yerli kıtalar yanında ordunun asıl vurucu çekirdeğini Kanglı, Kimek ve Kıpçak-Uran gibi bozkırlı Türkler meydana getirmekte idi. Bu kuruluş Sultan Tekiş zamanında (1172-1200) başlamış, hanımı Terken Hâtun'un akrabaları sıfatıyla Harezmşahlar topraklarına akın eden bozkırlı unsurların çoğalması ile gittikçe artarak oğlu Alâü'd-dîn Muhammed'in asıl dayanağı olmuştu. Ancak Harezmşah'a büyük bir imparatorluk temin eden bu ordunun daha ziyade Terken Hâtun tarafını tutması ve bundan da mühim olmak üzere, yerli halk ile bir türlü imtizac edememesi Sultan Muhammed'in Moğollar karşısında perişan düşüp, devletini kaybederek bütün Orta-Doğu'nun Moğol tahakkümü altına girmesini kolaylaştırmıştı.

Mısır'da ise ordunun Kıpçak Türkleri'inden teşkiline büyük ehemmiyet verilmiş bundan dolayı Sultan Kutuz, Baybars ve Kalavun'un anayurdu olan Kıpçak-bozkırı(Deşt-i Kıpçak) ile irtibatın muhafazasına dikkat edilmişti. Oradan Türk gençlerinin deniz yolu ile Mısır'a gelmelerini sağlamak için Bizans ile anlaşmalar yapılıyordu. Elbette Kıpçak-bozkırı havalisinden getirilen gençlerin hepsi de Türk asıllı değildi. Aralarında Islavlar, Rumlar ve özellikle Çerkesler vardı. Ancak bunların garnizonları ayrı idi. Türkler Nil üzerinde bir adada oturuyorlar("Memâlik-i Burcîye") ikamet ediyorlardı. Eyaletlerde sipahîler ve ayrıca savaş zamanında orduya katılan "Mutavvia"(Gönüllüler) de vardı.

Donanmaya gelince, burada Gazneli Sultan Mahmûd'un İndus'da Catlar'a karşı hazırlattığı nehir filosu ile Selçuklular'da, Süleyman-şah'ın İznik'deki vekili Ebu'l-Kaasım'ın Kius limanında(Gemlik Körfezi) inşasına başlattığı(1087'lerde) fakat derhal Bizans tarafından imha edilen küçük çaptaki deniz kuvvetleri anılmağa değer. Fakat bu İslâm-Türk devletleri çağında en kuvvetli ve Bizans ile boy ölçüşecek donanmayı İzmir Bey'i Çaka inşa ettirmiş ve Mısır Türk Devleti de kuvvetli donanmaya sâhip olmuştur. Özellikle, ordunun devrin en üstün silahları ile teçhiz edildiği Sultan Baybars zamanında Akdeniz ve Kızıldeniz'de geliştirilmiş tersanelerde çeşitli gemiler yapılıyordu.

     ANA SAYFAYA DÖN   

KONUNUN BAŞINA DÖN

 
 
Z i Y A R E T C i - D E F T E R i
orhanyildiz.tr.gg
A N A - S A Y F A Y A - G i T
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol