İletişim Adresi

   
  ORHAN YILDIZ
  Musluman Turk Devletlerinde Kultur ve Teskilat Sayfa 2
 


MÜSLÜMAN  TÜRK  DEVLETLERİNDE KÜLTÜR  VE  TEŞKİLAT  Sayfa - 2

Halk ve Toprak 

Türk idarecileri ahalinin işlerine ve yaşayıştarzlarına doğrudan doğruya müdahale etmedikleri için Türk-İslam devletlerizamanında sosyal durum umumiyetle eski devir görünüşü muhafaza etmişti. Devletmemurlukları çoğunlukta irsîliğe dayanmakta olup, iktidar değişmelerinde dahi çokkere aynı âilede kalıyor, mâlî bakımdan çeşitli eyalet ve merkezlerde, daha ziyademahallî şartlar ve gelenekler gözönünde tutuluyordu. Şehirlerde, devlette makamsahibi olmanın veya mâlî gücün sağladığı imkânlar dolayısıyla nüfûz kazananbüyük âileler devam ediyordu. Köylerde Dihkan'lar da bu neviden idi.
Nüfûzlu diğer bir zümre de dinadamları idi. Bunlar her tarafta yaygın hanefî, şafiî mezhepleri mensuplarıüzerinde, seyyid'ler ve şerif'ler ise bilhassa Bağdad, Basra ve Bahreyn bölgelerindekesif şiîler üzerinde çok tesirli bulunuyorlardı. Şehir ve kasabalarda orta veküçük tüccürlar esnaf, dükkâncı, küçük sanat erbabı, ayrı, ayrı, loncalarteşkil etmişlerdi. Ahali umumiyetle hanefî, şafiî "reis"lerin ve şiîler"nakîb"lerin etrafında toplanmış olup büyük merkezlerde işsiz-güçsüztakımı da kendi aralarında teşkilâtlı halde idiler. Savaş zamanlarında Mutavviaveya Haşer olarak orduya katılan bu sonuncular rind'ler, ayyâr'lar, settâr'lar vb.gibi türlü isimler altında sûfiyâne bir hayat yaşıyorlardı.

 Ova, kır, tarlalardaçalışan köylü ise, topraklarının has ve ıkta durumuna göre, devletin himayesindegeçimini sağlamakta idi. Köylüler hukukî yönden şehir ahalisi kadar hür olup,ellerindeki toprakları işliyebildikleri müddetçe veraset yolu ile sahipolduklarından, karın tokluğuna çalıştırılan işçi durumunda değildiler.

Kalabalık Türk kütlelerinin deOrta-Doğu ve Akdeniz bölgesinin sosyal ve iktisadî şartları içinde tedricenköylüleşerek yerleşik tarza yatkınlaştığı Türk-İslâm devletlerinde ev, bahçe,ağıl gibi emlâk özel mülkiyete dahil idi ise de, tarım arazisi ve ormanlar-BozkırTürk İl'indeki otlak ve yaylaklar gibi-devlet malı idi. Ülke arazisi has, iktâ,harâcî olmak üzere 3'e ayrılmış, saraya ait has'lar dışındaki topraklar, iktaarazisi olarak ordu mensupları arasında bölüştürülmüştü. Buralarda kasabalardanen küçük iskân yerlerine kadar vergiye tâbi nüfus ile, herkesin vergiye matrahteşkil eden varlığı kayıt ve tesbit edilerek, şer'î ve örfî vergiler hâlindetahsilât yapılırdı. Hâs ve harâcî topraklardan elde edilen para devlet hazinesineyatırılır, iktâ arazisinin vergileri de iktâ sahiplerine ödenirdi.

İkta'larda çalışan"reaya"(köylü çiftçi)dan alınacak vergi nisbeti, bölgesine, istihsalmaddesi cinsine ve verim derecesine göre, her yıl Dîvân defterlerinde belirtmeküzere, "Büyük Divân" tarafından tesbit edilirdi. İkta sahipleri bu belirlimiktarda vergi ("mâl-i hak") dan fazlasını alamazlardı. Aşırı taleplerhâlinde veya reayanın mülküne el uzatıldığı veya âile dokunulmazlığınatecavüz edildiği zamanlar, köylü ve çiftçi "Büyük divân"a ve hattâdoğrudan doğruya sultana şikayet edebilir, ikta sahibinden büsbütün hoşnut değilsebaşka yere göçebilirdi.

Büyük Selçukluİmparatorluğu çağında başlamış olduğunu belittiğimiz bu askerî ikta usulüTürk-İslâm topluluklarının askerî olduğu kadar idarî ve hukukî en sağlamtemellerinden birini teşkil ediyordu. Anadolu Selçuklu Devleti'nde Moğol istilâsıyüzünden düzen bozulunca ıkta arazilerinin "yurtluk" (mülk) halinegetirilmesi, yani "mîrî" toprak rejiminin soysuzlaşması, ordunundağılmasını sonuçlandırmış, ikta'sız kalan sipahîlerin çıkardığıhuzursuzluk devletin çökmesinde başlıca sebeb olmuştur.

Dinî Siyaset

Türkler devlet kurdukları zaman Orta-Doğu'dakikültür çevresinin en mühim unsuru şüphesiz din idi. İslamın yerine getirilmesigerekli vecibeleri arasında başlıcası da bu dini yaymaktı. Esasen "cihâd"anlayışı Türkler'in fütûhat felsefesine uygun düşüyor, fâtih ruhlarını okşuyordu.Bu sebeble, Kara Hanlılar yalnız Maverâünnehr'in eski kültür merkezleri Buhara veSemerkand'da değil, daha doğuda Balasagun ve Kâşgar'da da islamiyeti yaygınlaştırankuruluşlar meydana getirdikleri gibi bu uğurda mücadelelere de giriyorlardı. 11. yüzyılortasında Balasagun dolaylarında 10 bin hanelik Türk kütlesi İslâmiyeti kabûl etmiş,1075 yıllarına doğru İli ve Yamar ırmakları arasında yaşayan Basmıl, Yabakuboyları ile çarpışılmıştı.

İç Asya'nın dağlık bölgelerindenKara-Hanlı ülkesine gelen kalabalık Türkler'e de, islâmlaşmaları için Hanlıkarazisinde yer verilmişti. Kara-Hanlı idarecileri bu bakımdan daha ziyade Uygurlar'ıhedef almakta idiler, zira Mani ve Buda dinlerindeki bu Türk kavmini, ihtida ettirilmesigerekli "zındık"lar olarak görüyorlardı.

Gazneliler'de devlet-halkbirliğini sağlayan henen biricik unsur islâmiyet olduğu için müslümanlık tarafı ağırbasan bu Türk devletince Efganlar ve Gurlular'la yapılan çetin savaşların gayesionları islâmiyete kazandırmaktı, ayrıca râfızî Karmatîler'le de mücadele edilmişti.Fakat bu sahada en büyük başarıya şüphesiz Kuzey Hindistan'da ulaşılmıştı.Sultan Mahmûd'un 17 Hint seferi ile İndus-Pencâb havalisine götürdüğü islâmiyet,sonra oğulları ve Delhi Türk sultanları vasıtasıyla daha yaygınlaşmış ve bu, bugünkümüslüman Pakistan devletinin esasını teşkil etmiştir. Kalaç ailesinden Alâü'd-dînMuhammed'in gayretleri ile islâmiyet Dekkan'a kadar uzanmış bulunuyordu.

Anadolu'nun fethinde de,Bizans elindeki bu toprakların "küffar"dan kurtarılması lüzumu gibi bir"cihâd" havasına giriş, Türk başbuğlarının vazifelerini hayli kolaylaştırmıştı.İslâmiyet-Türklük mânevî birliğinin sağladığı hem Türk'ün kudret ve şanınıyükseltmek, hem islâm dinini yüceltmek gibi bir gaye ortaklığında gelişen bu yeniruh, Haçlı ordularının bütün gayretlerini sıfıra düşürdükten başka, Moğolistilacılığını da kendi muhtevasında eritmiş ve bilindiği üzere, 1000 yıl müddetleTürk-İslâm devlet ve topluluklarının ana siyaset çizgilerinden birini tesbit etmiştir.

Sünnîlik - Şiîlik


İslâm kültür çevresinde Türkler daha ziyadeşiî mensubu İranlılar'la temas kurmalarına rağmen, büyük çoğunlukla sünnîidiler. Çünkü İranî geleneklerle ilgisi az olan sünnîlik, aynı zamanda Türkdüşüncesine uygun düşen bir aklîliği ihtiva ediyordu. Türkler sünnîliğin dörtkolundan biri olan "hanefîlik"i benimsemişlerdi. Sebebi de, bu mezhebininsanda irâdeyi tanıyarak ilâhi emri akıl ve delillerle isbata cevaz vermesi ve bazıhukukî esaslarının, Türk asıldan geldiği sanılan Semerkand'lı EbûMansûr'ul-Mâturîdî(ölm. 944) tarafından Mâveraünnehir Türk çevresinde işlenmişbulunması idi ve dolayısiyle hanefîliğin islâmî hukuk nizamını zaman veşartların icaplarına uydurmağı mümkün kılmak vb. yönleri ile gerçekçi vetatbikî yanı yüksekti.

Türk devlet zihniyeti açısından pek tatminkâr olan bu duruma ilâveten, Abbâsîhalifelerinin de aynı mezhebi temsil etmeleri İslâm Türk devletleri ile hilâfetarasındaki münasebetleri iyice kuvvetlendiriyordu. Bundan dolayı Selçuklubaşbuğlarının Horasan'da siyaset sahnesine çakışlarını Abbasî halifesi alâkaile karşılamış ve onlarla süratle temas kurma imkânları aramıştı. Tuğrul Bey'inNişâpûr'a birinci girisinde(1038) halife El-Kaaim tarafından Selçuklular'agönderilen elçi, kaynaklara göre, Türkmenler'in tahribat yapmamalarını tembihvazifesi almış ise de, tahribatın bütün memlekette esasen süregelmekte olduğusırada halifenin davranışındaki gerçek maksat aşikârdı.

Nitekim Selçuklufütûhatı ilerleyip yeni devletin kudreti bütün İran'da hissedildiği ve korkuyakapılan şiî Buveyhîler'in Bağdat'da ve civarında baskıyı artırdıkları zamanbizzat halifenin Selçuklu sultanını Bağdad'a davet etmesi de bunu gösterir. BöyleceSelçuklu siyasetenin temel prensiplerinden biri olarak şiîlik ve kolları ile mücadelebelirmiş oluyordu.
Burada şiîliğe cephe alma ile devletteki "dinî tolerans" arasında birçelişki bahis konusu değildir. Çünkü daha ortaya çıktığı anlardan itibarensiyasî vasıf kazanmış olduğu bilinen şiîlik 11. yüzyılda Fâtimîler tarafından,bi şiî devletin maddî ve mânevî desteği ile, sünnî islâm memleketlerinikarışıklığa düşürmek için, en kuvvetli silah olarak kullanılıyordu.

Irak ve güney İran'ıellerinde tutan şiî Buveyhîler (932-1055) Abbâsî halifelerini tahakkümleri altınaalmışlardı ki, bu durum büyük çoğunluğu sünnî olan doğu-islâm ahalisiniziyadesi ile tedirgin bırakmıştı. Üstelik iktidardan faydalanarak aynı ülkelerdeşiîliğin yayılması için kesif faaliyette bulunulması akîde itibariyle şiîlerleuzlaşması güç sünnî çevrelerde mevcut endişeyi büsbütün artırıyordu. Devrinünlü Buveyhî kumandanı Arslan'ul-Besâsîrî her zaman Fâtimîler'le işbirliğiyapabilen aşırı bir şiî idi ve İran'ın hemen her tarafında çeşitli adlaraltında birçok rafızî zümreler faaliyet hâlinde bulunuyorlardı.

Tanınmış yazarAbd'ul-Kaahir Bağdadî (ölm. 1038)'ye göre bu tür mezheplerin sayısı 70'den fazlaidi. Halk yönünden en büyük ıstırap kaynaklarından biri olan bu ayrılığa sonvermek üzere Buveyhî devletini ortadan kaldıran Sultan Tuğrul Bey'in, Bağdad'datörenle "Doğu ve Batı hükümdarı" ilân edilmesi, aynı zamanda, buSelçuklu dinî siyasetinin hilâfetçe de resmen tasvibinden başka bir şey değildi.

Fâtimîler'i doğu'dan el çektiren Selçuklular'ın başarısı, tabiatiyle sünnîliğin de zaferi olmuş ve artık Selçuklu idarecileri islâm dünyasını sünnîlik bayrağı altında birleştirmeyi başlıca gayelerinden saymışlardır. Tuğrul Bey'den sonra Sultan Alp Arslan, bir yandan mekke ve Medine'de kendi ve El-Kaaim adına hutbe okutur, Bağdad'da ve diğer mühim merkezlerde kurdurduğu Nizâmiye medreseleri yolu ile bilgi ve düşünce yönünden sünnîliği kuvvetlendirirken, bir yandan da Fâtimîler'i yıkmağa hazırlanıyordu.

Suriye'deki Türkmen birliklerinin ileri harekâta devamlarını emretmiş olan Sultan melikşah ise, yine Fâtimî propagandası ile desteklenerek, "Dâvet-i cedîde" sloganı altında yürütülen Batınîlik'in başı olup Kazvîn civarındaki kayalıklarda meşhur Alamut(Kartal Yuvası) kalesini ele geçirerek, o bölgede korkunç bir yer altı faaliyeti ile Selçuklu İmparatorluğu'nu içinden çökertmeğe çalışan Hasan Sabbâh ile şiddetli mücadeleye atılmış ve son günlerinde Mısır'ın zaptını planlamıştı. Türk-İslâm hâkimiyeti için bu derecede hayatî ehemmiyet taşıyan şiîliğini ve taraftarları bir katiller şebekesinden ibaret bulunan Batınîliğin yok edilmesine yönelen bu Selçuklu siyaseti, düşünce, teşkilât ve siyasî gaye bakımlarından bu Türk imparatorluğunun devamı durumundaki Eyyûbîler tarafından tâkip edilerek başarıya ulaştırılmış ve Salâh-üd-dîn Eyyûbî Fâtımîler'i yıkarak(1171) kendi sünnî devletini kurmuştur.

Mısır Türk Devleti sultanları da aynı izde yürümüşlerdir. Batınîliğin kollarından İsmâilî'likle mücadele eden Aybeg ve Kutuz'dan sonra, Bağdad Abbâsî halifesinin 1258'de Hülâgû tarafından öldürülmesi üzerine, aynı âileden El-Musta'sım billâh'ı Kahire'de halife ilân eden(1261) Sultan Baybars ile âdeta resmiyet kazanan bu siyaset, Osmanlılar'ın sonuna kadar devam etmiştir. Aynı siyasetin diğer Selçuklu devletleri, Harezmşahlar, Delhi Sultanlığı, Türkmen Beylikleri ve Atabeylikler tarafından da yürütüldüğü mâlumdur.

Atabeyler arasında Beğteginlilerden Gök-börü bu yönden dikkat çekici bir gayret sarfetmiştir. Erbil'de bir çok dinî ve sosyal müesseseler kuran, kendisi de sayılı mücahidlerden olan bu atabey, peygamberimizin doğumunu müslümanlar arasında tam kaynaşma sağlayacak şekilde halk kütlelerinin katıldığı umumî şenlik olarak kutlama usulünü ilk defa ülkesinde tatbik etmiştir ki, bu tarz mevlîd törenleri sonra bütün İslâm memleketlerinde âdet hâline gelmiştir.

Dini Bilgiler

İslam-Türk devletlerinde islami bilgilerin gelişmesiiçin çok emek harcanmıştır. Kara-Hanlılar zamnında özellikle Buhara ve Semerkandşehirleri ile Gazneliler zamanında Gazne ve Hint Türk Sultanlığında Delhi müderris,vâiz, hatip ve medrese talebelerinin başlıca merkezleri idi. Daha önceki devirdebilhassa Mâveraünnehir İslâm-Türk kültür çevresi tanınmış Türk bilginleriniyetiştirmeğe başlamıştı. Meselâ, Mâlikî mezhebinin kurucusu, Ahmed b. Hanbel'inüstad dediği Abd'ullah bi'l-Mübârek'it-Türkî (ölm. 798) hadîs bilgini olup aynızamanda tefsirci ve gramerci idi. 9. asrın ortalarına kadar ilk hadîs ve megâzibilginlerinden Tarhan oğlu Ebû'l-Mu'tamir Süleyman ile oğlu Ebû Muhammed'ül-Mu'tamirTürk asıllı idiler.

İslâm dünyasında büyük fıkıh, hadîs, kelâm,tefsîr bilginlerinden çoğu Türk hâkimiyeti devrinde, bilhassa Selçuklu çağındayetişmişti.Sünnîliği bu kadar himaye eden ve kendileri birer samîmî müslüman olanTürk hükümdarları ve devlet adamlarının mutaassıp kimseler oldukları sanılmamalıdır.Onlar millî gelenekleri icabı din açısından çok musamahalı idiler. Kara Hanlılar,bilindiği gibi, Türk örfünü devam ettirmişler, Harezmşahlar, Delhi ve Mısırsultanları, devlette millîliklerini korumada titizlik göstermişler.

Türkmen Beylikleri de bu yöndenortaya koydukları hassasiyetle Selçuklular'ı örnek almışlardı. Tuğrul Bey'in Bağdad'dataç giyme töreninin hatırası olarak kabartma tasvirli bir altın madalyon hazırlanması,Selçuklu devri kabartma heykel sanatının mahsülleri, Sultan Alp Arslan ve Melikşah'ıngayr-i müslimlere karşı babacan duyguları, Sultan Sencer'in huzurunda cereyan eden dinî-felsefîsohbetler, I. Kılıç Arslan'ın Süryanîler'e ve Ermeniler'e musamahakâr davranışı,hıristiyanları hoş tutan ve Malatya'da Suryanî patriği ile Kitab-ı Mukaddes üzerindemünakaşalara girişen, Konya'da bahçelere mermer heykeller diktiren II. KılıçArslan'ın ve saray kapı ve duvarlarını insan resimleri ile, Konya surlarınıkabartmalarla süsleten I. Alâ'üd-dîn Keykubâd'ın; II. Sultan Keyhusrev gibi, insantasvirli paralar bastıran Türkmen Beylerinin vb. durumları Türk idarecilerinin nekadar serbest düşünceli olduklarını isbata yeter.


Sufîlik

Bu itibarla Türk-İslâm devletlerinde Sûfîlere demüsamahalı davranılmış, hele bunların büyüklerine saygı gösterilmiştir.Sûfîlik, o devirde kuvvetli bir cereyan hâlinde idi. "Çoklukla birlik" veya"Varlık birliği"(Vahdet-i vücut) diye ifadelendirilen ve hususî mânâsıile canlı-cansız herşeyin tek varlık olan Allah'da birleştiği, kâinatın Allah'ınbelirtilerinden ibaret olduğu, hikmet, akıl, bilgi ve adaletin O'nun mânevîkudretinden doğduğu, en mükemmel yaratık olan insanın Allah'ın cüz'ü bulunduğu,gerçek'in akıl yolu ile edinilen bilgi ile değil, ancak sınır tanımaz his ilekavranabileceği görüşü olan Sûfîlik, Hindistan, Akdeniz ve Orta Asya fikircereyanlarının birleşme noktası Türkistan ve bilhassa Horasan'da en canlı çevresinibulmuş ve bu durum 11. asırdan itibaren Türk-İslâm ülkelerinin türlü tarîkatlariçinde çalkalanmasına yol açmıştı.

Mü'minlere kesin şart ve kaideler hâlinde bir çok vecîbeler yükleyen Kitap(Kur'ân)dan ziyade duyguya itibar ettikleri için medreseye cephe alarak raksı vemusikiyi ön plâna çıkaran ve zaviyelerde, hangahlarda rûhanî bir hava içinde,tekellüfsüz yaşayan sûfîler (şeyh ve dervişler), İslâm dogmatizmine intibaktagüçlük çeken bozkırlı Türkmen kütleleri üzerinde tesirli oluyorlardı. Aslındada kitabî din öğretimi ile vazifeli medreseler daha lâyıkı ile kuvvetlenemediğiiçin dinî bilgiler Sûfîlik telâkkileri ile oldukça karışık bir şekildeyürümekte idi. Bu dönemin din bilginleri islâmî akîdelerle sûfîlik arasındakiçelişkiyi yumuşatmağa çalışılorlardı. Başarıya ünlü kelâmcı Gazzâlî(ölm. 1111) ulaştı. İslâm dünyasında Fârabî (ölm. 950) ile canlandığı bilinenEski Yunan felsefî düşüncesini red ederek, dinî felsefenin çeşitli konularındayazdığı kitap ve risâlelerinde sağlam mantıka dayalı ikna edici delillerleuzlaştırmağa muvaffak olduğu Kelâm-tasavvuf yolu ile Gazzâlî asırlarca İslâmdünyasının aydın çevrelerinde çok tesirli olan İslâm sûfîliğinin esaslarınıkurmuştu.

Bir yandan Haçlıordularının sarsıntıya uğrattığı bir yandan da Bâtınî hareketlerininyıpratmağa koyulduğu İslâm mânevî birliğini tehlikeden korumak için İslâmdünyasında bu yeni sûfîlik anlayışı ile her türlü yıkıcılığa göğüsgermeğe muktedir bir rûhî huzur sağlamak maksadını güttüğü belli olan bu büyükmütefekkirin düşünceleri o tarihte bir hayatî gerçeğe uygun düşüyor, biriçtimaî ihtiyaca cevap veriyordu. Büyük çoğunluğu sünnî'lik çizgisinde olaraksûfiyane görüşlerin teşkilâtlanmasından ibaret tarîkatlar aynı mânevî sükûnutemine çalışırlardı.

Türk-İslâm devrindeyaygın dört büyük tarîkat bilhassa toplayıcı vasıfları ile mühim idiler:Abdulkaadir Gilânî (ölm. 1166) tarafından kurulup Hindistan'a ve İspanya'ya kadaryayılan Kaadirî'lik, Harezmşahlar zamanında Şeyh Necm'üd-din Kübrâ (ölm.1221)'nın kurduğu Kübrevî'lik, Anadolu'da Muhyiddîn İbn'ül Arabî (=Şeyh-i Ekber,ölm. 1240) tarafından kurulan Ekberî'lik arasında bilhassa ikincisi, eski Türk"alp"lik telâkkilerini yansıtan "melâmeti" fikirleri ile, Türkpsikolojisini oldukça tatmin edici esaslar ihtiva ediyor ve Anadolu'da İran sûfîliğiyanı baskın "Mevlevîlik"e temel vermiş oluyordu.

Dördüncü büyük tarîkatolan Yesevîlik, Türkistan'da Yesi şehrinden Hâce Ahmed Yesevî (ölm. 1166)tarafından kurulmuş olup, tarîkat dili de Türkçe idi (Yesevî'nin"Hikmet"leri). Bozkırlı Türkler arasında çok sevilen Hakîm Süleyman Ata(ölm. 1186) sûfîliğe dair eserleri ile tananmış bir Yesevî idi. YesevîlikTürkistan'dan ve kuzey bozkırlarından başka, Altun-ordu sahasında, Afganistan'da,Horasan bölgesinde yayılırken, bir yandan da Mâveraünnehir'de Nakşbendîlik(kurucusu Bahâ'üd-din Nakşbend, ölm. 1389) ve Anadolu'da Bektaşîlik ve benzeritarîkatlerin ortaya çıkışlarını hazırlamıştı.

Felsefe ve İlim

İslâm felsefesinin, biri eski Yunan felsefesine,diğeri sûfîliğe dayalı olarak iki yanlı bir gelişme takip ettiği ve her ikicephesi ile de Türk düşüncesi ile ilgili bulunduğu görülmektedir. Türkler'denönce İslâm dünyasında Kelâm münakaşaları içinde yetişmiş ünlü sûfîlervardı, fakat bunlar mahallî ve münferid kişilerdi. Sûfîliğin asıl, siyaset dışıbelirli görüşler etrafında merkezîleşerek, serbest tarîkatler hâlindeteşkilânması, daha ziyade dinî ve fikrî tolerans çağı olan Türk-İslâmhâkimiyeti devrinde meydana gelmiştir. Diğer taraftan Halife El-Me'mun zamanının(813-833) büyük tercüme faaliyeti ile islâm zihniyetine müfuza başlayan Yunanfelsefesi tam başarısını Türkler'e borçlu idi. Çünkü karakteri madde, ölçü,mantık ve faydacılık olan Yunan düşüncesi, temelinde peygamberlik ve mûcizelerinyattığı "Sâmî" düşünceden kaynak alan islâm düşüncesinden ziyadegerçekçi Türk düşüncesine yakındı.

Bundan dolayı Yunan felsefesi, islâm fikir hayatında ilk hakikî temsilci olarakFârâbî'yi (ölm. 950) bulmuştur. Seyhun nehri kıyılarında Oğuzlar'ın Karacuk(Fârâb) şehrinde doğan Uzlug oğlu Muhammed Fârâbî metafizik, fizik, astronomi,mantık, psikoloji, siyaset vb.'ye dair yazdığı 160 kadar kitap ve risalesi ileAristoteles'in hemen bütün fikirlerini en iyi açıkladığı için"Muallim-sânî" lâkabı ile tanınmış, batıda "Al-Pharabius" diyeşöhret yapmış ve eserlerinden çoğu daha o asırlarda lâtinceye çevrilerek yüksekdereceli okullarda ders kitabı olmuştur.

Fârâbî'nin felsefe iledinî (akıl ile inanç) uzlaştırma konusunda açtığı çığır ibn Sînâ iledoğuda ve hıristiyan ilâhiyatçısı Aquino'lu Thomas (ölm. 1274) ile Batıda tâkipedilmiştir. Siyaset mevzuunu inceleyen Fârâbî'nin "hürriyet"i izah tarzıda çok ilgi çekicidir: "Doğru düşünen ve düşündüğünü yapmakiradesine sahip olan bir insan hürdür. Hem doğru düşünmeden hem iradeden mahrum isebehîmî (hayvan)dir. Doğru düşünüp te iradesi yok ise o, köledir. İlim ve felsefeile meşgul kimselerden bazıları kölelikte öteki insanlardan geri kalmazlar. Bunlarınbilgilerinden fayda gelmiyeceği gibi, kendileri de diğer ilim erbabı için utançsebebi olurlar."

Diğer büyük filozof vetabib İbn Sînâ'nın (ölm. 1037), Mâveraünnehir kültür çevresinde yetişmesi vefelsefî bilgisinin esaslarını Fârâbî'den alması İslâm-Türk kültürününyüceliğini gösterir. Tıp, mantık, fizik, tabiiyat, ahlâk, din felsefesi vb.sahalarında 220 civarındaki eseri ile ilim ve fikir dünyasına yenilikler getiren İbnSînâ (Batı'da Avicenna), islâmın en büyük filozoflarından 2.si olarak Doğuda veBatıda çok tesir yaratmış, kitaplarından çoğu lâtinceye çevrilerek öğretimkuruluşlarında okutulmuştur.

Fârâbî'nin açıp İbnSînâ'nın geliştirdiği yeni islâm düşüncesi yolunda ilerleyenler, hattâ onu dahada kuvvetlendirmeğe çalışanlar olduğu gibi, Fahr'üd-dîn Râzî, Muhy'id-dînArabî, İbn Rüşd ve Gazâlî vb. büyük şahsiyetler de aynı "ekol"den feyzalmışlardır. Ancak bunlar yeni felsefeyi olgunlaştırmağa ve yaymağa muvaffakolamamışlar, üstelik Gazzâlî ile Muhy-id-dîn Arabî müsbet felsefenin başkamecraya sürüklenmesinde başlıca rol oynamışlardır. Böylece gerçek felsefehızını kesmiş ve yerini tedricen sûfîliğe bırakmağa mecbur olmuştur.

 Bilhassa Gazzalîmüsbet felsefeye karşı mücadeleyi en iyi veren mütefekkir idi. Onun meşhurTehâfüt'ül-felâsife (Filozofların yıkılışı) adlı eseri Râzî'nin tenkidlerineuğramış ve özellikle İbn Rüşd'ün (ölm. 1198) kaleminde şiddetli bir direnç ilekarşılaşmış (Tehâfüt'ül-Tehâfüt) ise de, siyasî ve sosyal çalkantılar içindebocalayan doğuda Gazzâlî sûfîliğin tesiri azaltılamamış, düşüncesi dinçerçevesini kıramamış, halk kütleleri tarafından benimsendiği bilinen çeşitlirâfızî telâkkiler de yüksek din felsefesi seviyesinin büsbütün düşmesine yolaçmıştır.

 Türk sûfîliğinin Türk-İslâm hâkimiyeti devrinde İran sûfîliğinden daha yaygın ve başarılı oluşu onun özelliğinden ileri gelmekte idi. Tasavvufî davranışı "sanatkârane bir dünya görüşü"ne geçiş sayarak, dolayısiyle mücadeleye sırt çevirerek, onu kavimler, devirler üstü bir düşünce tarzı şeklinde kabûl eden İran sûfîliğine karşılık, Türk sûfîliği insanî doğru ahlâk ve ruh temizliğini gaye edinmiş ve bunu, eski Türk düşüncesi ile bağlantısından dolayı, vatan ve ülkü fikirleriyle kaynaştırmıştır. Bu sebebledir ki; Türk sûfîliği temsilcileri ve taraftarları yurt müdafaasında, sınır boylarında ve fütûhatta büyük hizmetler görmüşlerdir. Böylece bozkır Türk "alp"leri Horasan'ın rûhânî atmosferinde, "baba", "abdal" gibi tâbirlerle anılan Türk şeyhlerinin rehberliğinde, "alp-erenler" olarak, savaş ülkesi Anadolu'da "gazi"ler sıfatı ile vatanî vazifelerini yapmışlardır. Ancak bir kere de Anadolu'da dinî duyguları siyasî istirmara vasıta kılınarak tahrik edilen Türkmenler devlete baş kaldırmışlardır (Baba İshak'ın idare ettiği Babaî isyanı, 1329).

 Baba'lar ve abdal'lar halk velîleri idi. Zihniyetleri basit bir islâmî cila altında gelişen râfızî telâkkilerden meydana gelmişti. Horasan'a inen Türk kütleleri üzerinde, yeni kültür çevresindeki islâmî akîdeler yanında, eski İran'ın Maniheizm, Mazdekizm ve Zerdüştlik gibi dinî kalıntıları ile birleşerek yeni bir mezhep hüviyyeti kazanmış olan şiîliğin tesirleri olacağı tabiî idi. Sünnîliğe aykırı inanca eğilim bilhassa halk velîleri (Türkmen babaları)nda hissediliyordu. Eski Türk davranışı kadrosu içinde ortaya çıkan bu râfızî şeyhler, dervişler, Türkmenler arasında seviliyor, sayılıyorlar, hattâ, birer sünnî müslüman olarak islâm birliğinin koruyuculuğunu yaptıklarını, şiîlik ve kolları cereyanlarla mücadele ettiklerini bildiğimiz Türkmen hükümdarları (Selçuklu sultanları ve diğerleri) tarafından yadırgınmıyorlardı.

 Meselâ Tuğrul Bey, Alp Arslan, Melikşah zamanlarında Baba Tahir Uryân, Ebû Saîd Ebû'l-Hayr vb. bu türden ve itibarlı kimselerdi. Harezmşahlar devletinde bir Âhû-puş hükümdarlar nezdinde halkın sözcülüğünü yapacak kadar tesirli idi. Benzer bir sûfî de Mısır'da vardı. Hızır adlı bu şeyhe sultanlar tarafından saygı gösterilirdi.
Böylece Türk-İslâm devletlerinde bir yandan aydınlara hitap etmek ve diğer taraftan halkı temsil etmek üzere gelişen ve yayılan sûfîlik her iki cephesi ile Anadolu'da da mevcut olmuş ve bilindiği gibi orada da Türkmen babaları yanında, islâmî ilimlere vâkıf derin kültürlü sûfîler (Muhyeddin Arabî, Celâl'üd-dîn Rûmî vb) büyük rol oynamışlardır. Türkmen beyliklerinde de tasavvufî eserler yazılmıştır.

 Sûfîlik Delhi Türk Sultanlığı'nda da kuvvetli idi. Ferîd'üd-dîn Evliya (ölm. 1325) ile bunun halefi "Mahbûb-u İlâhî" diye anılan Nizâm'üd-dîn Evliya (ölm. 1325) ve şair Hasan Dihlevî (ölm. 1327) devrin şöhretli sûfîleri idiler. Hindistan'da bu cereyan Hint düşüncesinde inkılâp yapmış görünmektedir. Eski canlılığını kaybederek şeklîliğe boğulmuş Brahmanizme karşı içten ve gerçek ibadeti öne süren eden sûfîlik oldukça etkiliydi. Bakhti hareketinin 14. asırdaki kuvvetli müdafaacısı Ramanand'ın şu fikirleri islâmî sûfîlik inancını yansıtmakta idi: "Herşeye hâkim olan Tanrı, herşeyde mevcut olan bir kudrettir".

 15. asırda, insanların eşit olduğunu ileri sürerek, "kast" sistemini redde doğru hamle yapan Benares'li Kebîr de şöyle diyordu. "Kalb temizliği, Ganj'da yıkanmaktan daha mühimdir. Hindliler'le Türkler aynı topraktan yapılmış çanaklar gibidir". Nizâm'üd-ün Evliya'nın düşüncelelerine çok yakın olan bu görüşler sonraki Sikh inancına esas teşkil etmiştir. Karmatîler elindeki Multan bölgesinin devlete kazanılmasında çok hizmetleri geçen sûfîlerin oradaki türbelerin arasında en güzellerinden biri, Şeyh Rükn'üd-din için, Giyâs'üd-dîn Tuğluk tarafından yaptırılmıştır.

Edebiyat


Bu İslâm-Türk devletlerinde edebiyat ve şiir büyükgelişme göstermiştir. İran edebiyatının sayılı şâirleri Gazneli Mahmûd'unhimayesinde yetişmişlerdir. Bugünkü edebî Farsça'nın temelini atan, meşhur Şehnâmeşâiri, Firdevsî de bunlar arasında idi.
Delhi sarayında da, şâirler, bilhassa Alâ'üd-din Kalaç devrinde -Gazneliler ve Selçuklular'daolduğu gibi- "Mavacib-i şâ'iri"(şâirlik ödeneği) alırlardı.

Hint-Türk hükümdarları eski Hinteserlerinin tercümelerine de yardım etmişlerdi. Bunlar arasında en mühimmi, "Kelîleve Dimne" diye tanınan ahlâk kitabı Pançatantra'nın, Gazneli sultanı Bahrâm-şah(ölm. 1157 )adına Nizâm'üd-dîn Ebu'l-Ma'alî tarafından Farsça'ya tercümesidir.

Şiir ve edebiyat sahasındabüyük ilerlemeler kaydedilen Selçuklu devrinde bilhassa Fars edebiyatı çok gelişmiştir.Türk sultanlarının maddî, mânevî, himayeleri sayesinde İran edebiyatının en seçkinsimaları bu çağda yetişmişlerdi.

Bu devirde Türk edebiyatı,bilindiği gibi, Anadolu'da gelişmiştir. Malazgirt zaferinden beri eski Oğuz menkıbelerini,bozkırların destânî konular ile süslenmiş kahramanlık hikayelerini kopuz çalarak söyliyenTürkmen halk şâirlerinin, 12-13. yüzyıllar Anadolu'sunun gaza ve fetih ruhuna uygunislâmî geleneklerini (Ebû Muslim, Hz. Hamza, Hz. Ali etrafında örülen efsaneler vb.)Türkçe terennümleri ile başlayan bu edebiyatta Dânişmendname, Battal Gazi destanı,Sarı Saltuk menkıbesi vb. gibi mahsuller yanında Yesevî şâirlerinin tesiri ile sûfîyaneTürk edebiyatı çığırı açılmıştır. Aynı zamanda Sultan Veled aracılığı ileGülşehrî'yi ve Âşık Paşa gibi klâsik Türk şiirinin temsilcilerini hazırlayan buçığırda, ünlü Türkmen şâiri Yunus Emre (ölm. 1320) asırlarca erişilmesi mümkünolmayan bir şahikaya yükselmiştir.

Sanat

Ortaçağ Türk hakimiyeti devrinde sanat ve imarfaaliyetini gösteren ve aralarında çoğu şahaser vasfını taşıyan mimarî, kitabe,hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı ve kilim gibi sanat eserlerini burada saymağaimkân yoktur. Kaynaklarımızın ve Nâsir-i Hüsrev (ölm. 1061)den itibaren sonzamanlara kadar bir çok seyyahın görüp yazdıkları üzere, Çin sınırlarındanAkdeniz'e, Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır'a kadar uzanan genişcoğrafya üzerinde güzel ve çok kere renkli yazılı, dahilen ince süslemeli, bazılarıçini kaplı saray, cami, mescid, imaret, han, hamam, darüşşifâ, medrese, hangah, türbe,künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur, ribat ve mezar sandukasından binlercesimevcuttur.

Anadolu Türkmen paralarındaki tasvirlerin de gösterdiğigibi, Sultan Tuğrul Bey'in Bağdad'da taç giyip kılıç kuşanması münasebetiyle, bumerasimin hatırası olarak hazırlanan tasvirli altun ve madalya ve Rey'de saray hayatınıcanlandıran kabartma Selçuklu devri sanatının nadir örnekleridir. Uygur Türk müziğiile sıkı alâkası bilinen Oğuz musikisi, daha sonra Mâverâünnehir, Azerbaycan veAnadolu'da üç kol halinde gelişmiş ve Türkler'in nüfuz ettikleri yerlere kadar yayılmıştır.

Bütün bu Türkdevletlerinde taş işçiliği (meselâ hemen bütün Anadolu'da bile ekol hâlinde gelişenAhlat taş işçiliği), kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer,kalkan, mineli cam imâlâtı, keramik, yünlü, pamuklu, kadife dokumacılığı halıcılıkve döküm sanatı en zarif mahsullerini vermişlerdi ki, bunlar hâlâ Türk ve dünya müzeleriningözde eserlerini teşkil eder.

İmar Faaliyetleri

Mısır'da Fustât yakınında yeni bir şehir(el-Katâî) kurdurmuş olan Tolun-oğlu Ahmed ayrıca çeşme, hamam, su bendi ve İslâmdünyasında ilk defa, yoksul ve fakirlerin parasız tedavi edildiği bir devlethastahanesi yaptırmıştı (873). Buna bağlı bir de eczahane vardı. Yine onun inşaettirdiği, hâlâ Kahire'de mevcut, ünlü Tolûnîye Câmii İslâm sanatına Türk zevkve üslubunu katar bir eserdir. Oğlu Humârveyh'in, salonları hükümdar ailesimensuplarının heykelleri ile süslü, duvarları altın yaldızlı sarayı ile, Kur'ânsûreleri biçiminde tarhlanmış bahçesi meşhurdu. İslâm dünyasında bahçe kültürüve çiçekçilik önce burada görülüyordu. Yine tarihte ilk olarak Sâmerrâ'da Türklertarafından kurulan hayvanat bahçesinin daha mükemmeli bu devirde Mısır'da tesisedilmişti.

Kara-Hanlı hükümdarları Mâveraünnehir, Kâşgar,Balasagun bölgelerinde câmi, medrese, türbe, yol, köprü ve zengin vakıflarladesteklenen ribâtlar yaptırmışlardı. Şems'ül-mülk Nasr Han'ın Buhâra'da inşaettirdiği köşkler, bahçeler, havuzlar, korularla süslü idi. Ayrıca bir de hayvanatbahçesinin bulunduğu "Şemsâbâd" sitesi ile, 1068 yılında yaptırılanmuhteşem mihrablı Buhâra Ulu Câmii çok meşhurdu. Sarayının mermerleri, yaldızları,altundan çiçek ve çubuk tezyinatı el-Utbî tarafından medhedilen Sultan Mahmûddevrinde Gazne pek mâmur, süslü ve yine Sultan Mahmûd'un Leşker'i Bazar sarayı muhteşemidi. Gazneli devletinin diğer şehirleri de yüksek mâli güç sayesinde îmar edilmiş,güzelleştirilmişti.

Bütün bu eserler, kalıntılarındananlaşıldığı üzere, birer sanat âbidesi heybetinde idi. Türkler başka yerlerdeolduğu gibi, burada da sanat ve mimariye kendi damgalarını vurmuşlardı.Bu Türkdevletlerinden kalma kaleler, surlar veya eski hisar ve beden tamiratından başkasaraylar, camiler, medreseler, türbeler, mezar sandukları, hastaneler, kervansaraylar,ribâtlar, köprüler, su yolları vb.den bir kısmının harabeleri hâlâ mevcuttur. Bütünbu imar faaliyetinin en iyi delilleri, pek çoğu elde bulunan, kitâbelerdir. Bütün bumemleketler Türkler zamanında meydana getirilen eserlerle dolu idi. Bu eserlerin çoğuo çağın hatıralarıdır ve umumiyetle Selçuklular tarafından ortaya konanlardan dahakalabalık ve daha sanatkâranedir. Türk sanat özelliklerini taşıyan ulu camiler, kümbedlerve medreseler tam bir Ortaçağ Türk beldesi manzarasını asırlarca muhafaza etmişlerdi.

Türk Hususiyetleri

İslâm çevresinde kurulan ve Türk-İslâmkültürünün gelişmesine büyük ölçüde hizmet ettiğini gördüğümüz budevletlerde, buraya kadar temas edilenlerin dışında diğer Türk kültürunsurlarının da yaşadığı şüphesizdir. Bu yönden anadil Türkçe başta gelir.Kara-Hanlılar'da devlet, halk dili ve edebî dil Türkçe idi. Gazneli saraylarındaTürkçe de konuşuluyordu. Harezmşahlar'da hükümdar ailesinden başka orduda hâkimdil yine Türkçe idi. Harezmşah Alâ'üd-din Muhammed, halifenin elçisi ile konuşurkenkendisinin Türk olduğunu ve Arapça bilmediğini söylemişti.

Delhi Sultanlığı'nda idareci tabakave ordu mensupları tarafından Türkçe konuşulduğunu Fahr'üd-dîn Mübârekşah'ıneseri ve Türkçe tabirler göstermektedir. Selçuklular'da da durum böyle idi. Saraydave her tarafa dağılmış, büyük yekûnlara yükselen Türk askerî kuvvetlerinin heryerde konuştukları dil Türkçe idi. Bu itibarla, bu devir İslâm-Türk devletlerinde"devlet dilinin" bazılarında Arapça, bazılarında Farsça olduğuhakkındaki iddialara fazla değer vermemek lâzımdır. Zira ancak son asırlardakimillî devletlerin ortaya çıkardığı "resmî dil" anlayışınıOrtaçağlarda aramak doğru değildir. O devirlerde gerek yazışma, gerek konuşmadilinin tâyininde en esaslı faktör idare edilen halk idi. İran sahasında ve Arapmemleketlerinde idareyi Türkçe ile yürütmek imkânı yoktu.

Buna göre, Türkler'in dahaönceleri de gelişmiş edebî dilleri ve kendi yazıları olduğu hâlde, o çağdaİslâm dininin tesiri ile Kur'ân dili olduğu için yaygın Arapça ve halkçoğunluğunun anadili olan Farsça yanında Türk dilinin devletler ölçüsündeumumîleşmemiş olması tabiî karşılanmak gerekir.Diğer taraftan Büyük Selçukluİmparatorluğu zamanında Türkçe'nin ehemmiyetini gösteren vesikalar vardır.Bunlardan biri 1074 yılında Bağdat'ta Kâşgarlı Mahmûd tarafından yazılanDîvan-ı Lûgat-it-Türk'tür ki, müellif bu kitabını Türk olmayanların Türkçeöğrenmek ihtiyaçlarını karşılamak üzere yazdığını kaydeder. Bu eserde işaretedilen "Türk dilini öğreniniz, çünkü Türkler'in saltanatı uzunsürecektir" mealindeki bir "hadîs" de devrin dikkate değer birtelakkîsini ifşa eder.

Türk sözünün "Olgunlukçağı" mânâsına geldiğini söyleyen Kâşgarlı Mahmûd'un ortaya koyduğuüstünlük hissi, İbn Hassûl gibi devlet adamları, Saa'lebî ve Gazzî gibi şâirlertarafından da ifade edildiğine göre, o zamanki Türk topluluğunda hâkim bulunanhamleci ruh iyice anlaşılır. Nitekim Türk nüfusunun kesafet kazandığı Anadolu'dabu ruh büsbütün canlanmış, Yunus Emre başta olmak üzere birçok büyük şairler veedîbler yetiştirmiş ve Konya'da Türkçe için ferman çıkaran (1277) KaramanoğluMehmed Bey gibi siyasî temsilciler de bulan anadil, yazma ve konuşma dili hâlinegelmiştir.

Bunun dışında eski Türk, örfve âdetlerinden çoğu bu Türk devletlerinde devam etmekte idi. Meselâ Türkler'e"köpeğe benzer" bir hayvanın rehberlik yaptığı şeklindeki rivayet eskiBozkurt efsanesinin Türkmenler arasında yaşadığını gösterdiği gibi, Selçukluresmî yazılarında, sultanın tuğrasında, paralarda, çetr üzerinde görülen veSultan Tuğrul Bey'in talebi ile imparator K. Monomakhos tarafından İstanbul'dakimâbede hâkkettirilen ok ve yay, eski bir geleneğin devamından başka bir şeydeğildi. Eski Gök-Türk ve Hazar hâkanlıklarında mevcut olup Selçukluteşkilâtında da pek mühim bir yer tutan Atabeylik müessesesi ve kadına devletişlerinde rol verilecek kadar itibar edilmesi, İslâm-Doğu dünyasına Türkler'ingetirdiği idarî ve sosyal yeniliklerden idi.

Orduda kalabalık süvari birliklerinin teşkili, sağ-sol taksimatı, büyük savaşlarda tatbik edilen Turan taktiği hep Bozkır kültürün İran sahasındaki Türkler tarafından yaşatılan değerleridir ve bunlar ufak farklarla tâ Osmanlı devrinde de görülür. Yine eski Türk geleneklerinin devamı olan yoğ, sultanların devlet ileri gelenlerine ve halka umumî ziyafetler vermesi (toy), bu ziyafetler sonunda tabak, kaşık ve sairenin yağmalanması, eski Türk hâkimiyet anlayışı ile ilgili idi.

Çeşitli renklerde ve biçimlerde bayraklarla birlikte Tuğ kullanılması, sürek avları, Harezmşahlar'da, Delhi sultanlığında, Mısır'da da yaygın olan top ve çöğen oyunu, Sultan Tuğrul Bey'in son evlenişi münasebetiyle Bağdat'teki düğünde, Türk şarkıları söylenirken, bizzat oynadığı ve Ruslar'a geçmiş olması muhtemel Türk raksı, askerî kıyafet ve Türk unsuru arasında Türk töresi hükümlerine göre yürütülen örfî hukuk hep Orta Asya'dan intikal ederek Türk-İslâm dünyasında yüzyıllarca yaşayan hususiyetlerdi.

Doğu Anadolu beyliklerinde hükümdarlar Artuklu, Mengücüklü, Saltuklu vb. kitâbelerinde görüldüğü üzere, Alp, Kutlug, İnanç, Uluğ, Tuğrul, İnanç Yabgu, Alp Tuğrul, Tegin, vb. gibi Türkçe unvanlarla anılıyor ve paralarına kendi boy damgalarını vurduruyorlardı. Bu beylikler, herhâlde batıda Anadolu Selçukluları ve doğuda Harezmşahlar'a nisbetle millîliklerini daha iyi korumakta idiler. Ancak, Türklük şuurunun kuvvetli tutulmasını sağlayan ilmî, edebî sahadaki faaliyetlere imkân hazırladıklarını bildiğimiz Mısır idarecileri, kendilerini Türkmenler'den de üstün sayıyorlardı.

Orada yalnız orduda değil, halk arasında da atlı sporlar, avcılık, çöğen oyunu gibi bozkır gelenekleri devam ettiriliyor, çok kere "töre" hükümleri yürütülüyor ve devlet doğrudan doğruya "Türk" adını taşıyordu.("Ed-Devlet'ül-Türkîyye")
Bütün bu Türk-İslâm devletlerinde Türkler'e yabancılar tarafından yüksek vasıfta, üstün insanlar gözü ile bakılmış, kabiliyet, güzellik ve şecaatleri öğülmüştür. (Meselâ el-Cahiz, İbn Hassûl, Zemahşerî, Mübarekşâh.)

     ANA SAYFAYA DÖN   

KONUNUN BAŞINA DÖN

 
 
Z i Y A R E T C i - D E F T E R i
orhanyildiz.tr.gg
A N A - S A Y F A Y A - G i T
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol