İletişim Adresi

   
  ORHAN YILDIZ
  Bopzkirda Kultur ve Teskilat Sayfa 2
 


BOZKIRDA KÜLTÜR VE TEŞKİLAT   Sayfa - 2

"Çifte Kırallık" Meselesi

Türk siyasikuruluşlarında görülen ikili teşkilat, “çifte kırallık” diye anılan birgörüşün ortaya atılmasına sebep olmuştur. İddiaya göre bölüm başkanlarınınhareket serbestliklerine sahip bulundukları, “bir birbirine paralel hükümet icra edeniki hükümdar” olarak ayrı ayrı iktidarı temsil ettikleri bu sistem, aslında,irsî, dinî ve sosyal köklere dayanmakta ve yalnız Türk “göçebelerine” mahsusolmayıp, Kırgızlar, Moğollar, Urallar, Tibetliler, Orta Afrika ve Okyanusya kabileleriarasında da görülmektedir, ancak Türkler’de bu devlet nizamı sayesinde yükselmekgibi bir seçkinlik kazanmış bulunmaktadır.

İlk bakışta çokcazip gelen bu görüş, hiç olmazsa Türk devlet anlayışı ve âmme (kamu) hukukubakımından şüphesiz tam gerçeği ifade etmemektedir. Çünkü Türkler’dehâkimiyette bir “parelellik” değil, mutlaka bir tarafın üstünlüğü bahiskonusudur. Nazarî bile olsa bu husus hâkanlık alâmeti ile belirlenmektedir. Meselâ Gök-Türkler’de altın kurt başlı sancakdaima doğu kolunun hükümdarında bulunur, onun sarayının veya otağının önündedalgalanırdı.

Çin imparatoru, 581yılında, Gök-Türk hakanlığının batı kolunu doğudan ayırmak istediği zamanoradaki Tardu’ya bir altın kurt başlı sancak göndererek, onu Gök-Türkler’in“hâkan”ı olarak selamladığını bildirmişti. Bu durum diğer Türk devletleriiçin de böyle idi. Meselâ, Asya Hun Tan-hu’suMete’nin yanında onunla denk iktidarda başka bir şahıs düşünmek ve Batıda Atillagibi bir devlet adamının iktidarına ortak birisini tasavvur etmek güçtür.

Diğer taraftan,Türkler’de hükümranlık hakkını karizmatik vasfı da buna mânidir. Bu yöndenHazarlar’da, hemen hiçbir sorumluluğu ve icra yetkisi olmayan hâkan’ın yanında,fiili hûkümdar durumundaki “Bey” veya “Şad” son derece de dikkat çekicidir.Aranan nokta sadece “hüküm sürmek” değil, fakat daha da mühim olarak, bir“meşrûiyet” meselesi olduğuna göre, birden fazla şahsın aynı devlet idaresindeve aynı kudrette Tanrı bağışı (kut) ile donatılmış kabûl edilmesi müşküldür. 

Hâkan yanındayabgu (Gök-Türkleri’de) her bakımdan bir yardımcı, yine hâkan yanında “bey” (Hazarlar’da), “Kündü” yanında “yula” (Macarlar’da) yabgu yanında “Kül-Erkin” (Oğuzlar’da), hükümdarınnamına bir icracı durumundadır. Ve esasen Türk siyâsî teşekküllerinde bunlarınveya “tâbi” bölüm idarecilerinin veya kanat kırallarının, devlete karşıisyanı göze alamadığı müddetce herhangi bir iddiada bulunduğu görülemez. 

Karizma’nınbabadan oğullara intikal ettiği inancı dolayısıyla, hükümdarın ölümünden sonraevlâtları arasında meydana gelen taht mücadelelerinde ise, içlerinden biri tambaşarıya ulaşamadığı takdirde, devlet parçalanmakta, iki veya daha fazla müstakilsahaya ayrılmakta, yeni devletler doğmaktadır (Hunlar’da, Bulgarlar’da,Göktürkler’de, Tabgaçlar’da, Türgişler’de hattâ Kara-Hanlılar’da olduğugibi). 

O hâlde Türk âmme (kamu) hukukuhükümranlık hakkının paylaşılmasını tanımamaktadır. Buna göre de devletinoldukça merkeziyetçi bir karakter taşıması lâzım gelir. Türk devletininidaresindeki genel tutum da bunu teyid eder mâhiyettedir. 

Attila genişülkesinin doğusundan Urallar’a kadar olan kısmını oğlu İlek’in idaresinevermişti. 630’dan önce Gök-Türk imparatorluğunun batı kanadı olan Hazar ülkesiAşına âilesinden bir prensin idaresinde idi. Karluk yabguları Aşına âilesinebağlanmaktadır. Uygur, Türgiş, Oğuz Yabgu devleti gibi nisbeten küçük siyasiteşekküller de şüphesiz aynı tarzda idare edilmekte idi. Mesela Uygur hâkanıMoyen-çur, henüz “Tegin” iken Oğuzlar’ın başında bulunuyordu. 

İl-hâkanlık(imparatorluk)’larda durum biraz farklı idi. Çünkü devlete “tâbi” olan birçokülkeler kendi iç işlerinde serbest idiler. Meselâ Asya Hun imparatorluğunda M.Ö.176yılında bu durumda olanların sayısı 26 idi. Attila zamanında Batı Hun idaresine“tâbi” Germen, İranlı, Fin-Ugor ve Islav toplulukların yekunu ise 25’inüstünde idi. Yabancılar her halde bütün imparatorlukta (Vassal) devletler hâlindeidiler. Merkeze bağlılıklar ise hâriçte temsilci bulundurmamak, dışmünasebetlerini Türk devletleri aracılığı ile yapmak, belirli vergi ödemek vegerektiğinde askerî destek sağlamaktan ibaretti. Campus Mauriacus savaşındaAttila’nın 200 bin kişiyi aşan ordusunda bu “vassal”ların, Türk usulü seriharekete elverişli olmayan yaya destek kuvvetleri asıl Hun ordusundan çok fazla idi. 

Türk devletineancak hükümdarları, kıralları, şefleri vasıtasiyle bağlı olan bu gibi ülkeler,Türk devleti yıkıldığı zamanlarda, kendi kavmî bünyelerinden bir şeykaybetmeksizin tekrar ortaya çıkıyorlardı.

Siyasî Faaliyet 

Büyük Türk imparatorluklarında diplomatiktemasları yürüten dış işleri idaresi en mühim makamlardan biri idi. AsyaHunları'nın merkezinde çeşitli dillerde konuşan ve yazan kalabalık bir hey'etçalışırdı. Batı Hun imparatorluğunun başkentinde kâtipler, tercümanlar, kuryelerfaaliyet halinde idiler. Yazılan yazılara tan-hu'nun veya hakan'ın resmi mühürübasılırdı. Casusluk yapmadıkları müddetçe elçilere dokunulmazdı. 

Şüpheli hareketleri görülen yabancıtemsilciler hapse atılır veya ülkenin uzak bir yerinde, belirli bir zaman için,ikamete memur edilirdi. Çinliler'in, Hun ve Gök-Türk imparatorlukları içinde veBizans'ın Batı Hun imparatorluğunda kesif casusluk faaliyeti görülmüştür. Bunlarlaçok uğraşılmış, meselâ imparator Rua, Hun topraklarında tacir, seyyah, oyuncukisvesi altında, halkı isyana kışkırtan Bizanslılar'ın memlekete girmesiniyasaklamış ve bunu, Bizans'la yaptığı andlaşmada hususî bir madde olarakbelirtmişti. 

Çinliler Türk devletini çökertmek içinbilhassa Türk hükümdar ailesi üyelerinin ve idarecilerin aralarını açarakbirbirlerine düşürmeğe büyük ehemmiyet vermişlerdir, l. Gök-Türk devletinin Çintahakkümü altına düşmesinde bu gayretin acı sonuçları kitabelere kadaraksetmiştir. Yazılı antlaşmalara riayet etmeyen Bizans'ın (441, 447 Balkan seferleribu yüzden yapılmıştı) iki yüzlülüğü Türk-şad tarafından elçilerininyüzlerine vurulmuştu. Sasanîler de hile ile Türk elçilerini öldürtüyorlardı.Türkler antlaşmalarında, umumiyetle söz vermekle iktifa ederlerdi. Fakat bazan bunu,Türk halkı arasında yaygın olup, karşılıklı dayanışmayı, kan kardeşliğihaline getiren, “and içme” töreni ile takviye ettikleri de olurdu. 

Türk siyasetinin dış cephesi şüphesizdevletin bekasını sağlamağa ve bu bakımdan öncelikle ticari münasebetleri tanzimeyöneltilmişti. Fakat siyasetin dikkate değer bir de iç cephesi vardı. Bu, Türkdevlet başkanının vazifeleri arasında gördüğümüz “dağınık Türkleri”toplamak esasına dayanıyordu. Türk tarihinde ilk defa Tan-hu Mete zamanında (M.Ö.209-174) bu gayeye ulaşıldığı anlaşılıyor. Çünkü o, henüz yakın-doğu veAvrupa istikametinde göç etmemiş olan Türkler'i, Hun imparatorluğunun Asya'dasağladığı idare birliği içinde toplamış görünmektedir.

Daha sonraları dünyanın birçok yerlerindetarihî roller oynayan çeşitli Türk kütlelerinin başlangıçta bu Hun devletinde yeraldıkları görüldüğü gibi, Çin, Bizans, Lâtin, Hind ve İslâm kaynakları ile detesbit edilebilmektedir. “Dağınık Türkleri” toplamak işi, 2. defa olarakGök-Türk devletinde gözleniyor. Büyük Kağan Kapagan (692-716)'ın ana siyasetçizgisinden biri bu idi. Türk birliğini gerçekleştirmek gayretleri ile o, “adetaçağdaş denebilecek bir siyasî kavrayışa sahip bulunuyordu”. Bilindiği üzereGök-Türk hakimiyetinin çökmesi üzerine Türkler bir kere daha etrafayayılmışlardır. 

Adliye 

Töre'nin hususî ve cezaî hükümleri, eskiTürkler'de yargı usul ve şekilleri hakkında bilgimiz pek azdır. Yabancı kaynaklardarastlanan dağınık bilgilere göre, suçlular oldukça şiddetli cezalandırılmaktaidi: Adam öldürmenin cezası idamdı, soygun, hırsızlık ve hayvan kaçırma kesinsurette yasaktı. Ele geçirilen soyguncu, suç üstü yakalanan hırsız öldürülür,malları müsadere edilir, ailesi efradının hürriyetleri kısıtlanırdı. Barışzamanında başkasına kılıç çekmenin cezası da ölümdü. Irza tecavüz en ağırsuçlardan sayılırdı. Bu da bazen idamı gerektiriyordu. Hafif suçlular, 10 günüaşmamak üzere hapsedilirdi. Eski Türk devletlerinde ceza işlerinin kesin hükümlerebağlanması, yani suçun devletçe takibata uğraması, toplulukta “kan gütme”geleneğinin yerleşmesine yer bırakmıyordu. 

Adlî teşkilatın, biri hükümdarınbaşkanlığında yüksek devlet mahkemesi, öteki de “yargucı” lar ve maiyetlerindenibaret olduğu anlaşılmaktadır. Attila kendisine suikast hazırlayan suçlulardanBigilas'ı bir hey'et önünde alenen sorguya çekmişti. Gök-Türk “aygucı” sımeşhur Tonyukuk, Kapagan tarafından bu mevkiinden uzaklaştırıldığı yıllarda(705-716) yüksek devlet mahkemesi üyeliği yapmıştı. İslâm kaynaklarınınbelirttiğine göre, Hazar hakanlığı başkentinde 7 baş yargucı vardı. Bunlarikişer ikişer müslümanların, hıristiyanların ve musevilerin, biri de Islavlar'ınve diğerlerinin davalarına bakardı. Türk siyâsî teşekküllerinde herhaldebilemediğimiz teferruatlı bir adliye teşkilatı da mevcut olsa gerektir. 

Ordu

Bozkır Türk devletlerinde hemen her Türksavaşcı durumunda olduğundan ve askerliğe hususî meslek gözü ilebakılmadığından, Türk ordusunun, diğer bütün yerleşik ve orman kavimlerdekindenen büyük farkı “ücretli” olmayışı ve daimiliği idi.

Unvan ve rütbelerin sahipleri aynı zamanda,emirlerindeki askerî güçlerin başında, her zaman savaşa hazır kumandanlardı.Merkez orduları, barış devrelerinde, salahiyetli bir başbuğun sorumluluğu altında(meselâ, Batı Hunlarında Onegesius = On-ügez; Gök-Türkler'de, Tonyukuk, sonraKül-Tegin) idi.

En büyük askeri birlik 10 bin kişilik kuvvetidi. Bu birliğe Tabgaçlar, Gök-Türkler ve Uygurlar'da “tümen” adı veriliyordu.Tümenler 1000'lere 100'lere, 10'lara ayrılmış ve başlarına ayrı-ayrı kumandanlartayin edilmişti. Türk tesirindeki yabancı ordularda da görülen bu 10'lu teşkilat ilkolarak Asya Hun imparatoru Mete Han devrinde tesbit edilmektedir.

Asya Hunları, Avrupa Hunları, Gök-Türklerdevirlerinde, sağ ve sol (veya doğu ve batı) başbuğlarının yüksek idaresi altındaeğitilen ve onların emirlerinde savaşlara katılan ordunun bu 10'lu sistem içinde,onbaşılardan tümen başılarına doğru belirli bir kumanda zincirinde birbirinebağlanması, esas karakteri şüphesiz “askerî” olan eski Türk devletini kabilevî(tribal) kalıptan kurtarıyor ve hiç olmazsa devletin sahibi bulunan unsuru, disipliniçinde, ortak gayeler etrafında birleştiriyordu. Bu sayede kurulan büyük Türkimparatorlukları aynı zamanda disiplinli ve o çağların en kudretli askerî gücünümeydana getiren ordulara sahip idiler.

Sayıları hakkında, yabancı kaynaklardamübalağalı rakamlar verilmekle beraber, yine de kalabalık olduğu muhakkaktı. MamafihTürkler zamanın müşkil şartları içinde dahi yiyecek ve malzeme ikmallerini kolaycayapmak çarelerini bulmuşlardı. Başka orduların gerisinden binlerce baş sığırsürüleri sevketmek zorunda kalınırken, Türkler yiyecek ihtiyaçlarını et konservesidiyebileceğimiz hazır kumanya ile karşılıyorlardı. Konserve et, Çin'de ve Avrupa'daortaya çıkmasından en aşağı 500-1000 sene önce Türklerce biliniyor ve bazı Lâtinyazarlarının Hunlar'ın çiğ et yediklerinden bahs etmeleri, eğerlere bağlıçantalarda taşınan bu kurutulmuş et konservesini (bugünkü pastırma)tanımamalarından ileri geliyordu.

Her çağın, tekniğine göre, en tesirlisilahlar ile donatılan Türk ordularında (Meselâ, Sabarlar'da “görülmemiş savaşaletleri”, Kumanlar'da, neft atan yangın mermili mancınıklar) başlıca silah ok veyay idi. Türkler at sayesinde sür'atli ve seri manevra kabiliyetine sahip olduklarıiçin uzaktan savaşı tercih ederlerdi. Çeşitli yayları vardı. Bunlardan gerilmesi engüç, fakat vuruculuğu en fazla olanı çift kavisli ve reflexif yaylardı. Oklar daçeşitli idi. Bunlar arasında da, Hunlar'ın yaptığı ve ilk defa Mete zamanındakullanıldığı bilinen ıslıklı (veya vızıldayan) oklar en korkunç olanı idi. Türkler dörtnala giden at üzerinde dörtistikamette ok atmakta mahir idiler.

Düz, yivli veya çengelli temrenler(ok-uçları) kullanan Türkler iyi kement atmasını da bilirlerdi. Yakın muharebedekargı, mızrak, süngü, kalkan ve kılıç kullanan Türkler, birliklerine göredeğişen renklerde bayraklar taşırlardı. En yaygın Türk bayrağı tuğ (başındabir demet yaban sığırı kuyruğunun dalgalandığı ve ipek kumaş parçasınınasılı bulunduğu sırık bayrak) idi. Ayrıca çeşitli bayraklar vardı.

Savaş meydanlarında süvariler, atlarınrenklerine göre, belirli kanatlarda mevki alıyorlardı. (M.Ö. 201'de Çin imparatoruKao-ti'yi kuşatan Mete’nin savaş nizamı böyle idi). Bunun dört kozmik cihetleilgili olduğu ileri sürülmüştür.

"Turan Taktiği"

Okçu süvarilerden kurulu Türksavaş birlikleri at sayesinde sağladıkları sürat sayesinde, (Türk ordularının “fırtına sür'ati” M.Ö.Çin yıllığı Shi-ki'de, Lâtin yazarı IV. asır 2. yarısı- A. Marcellinus, Bizanstarihçisi Priskos ve Ermeni tarihçisi Urfalı Mateos'da belirtilmiştir), sıkısaflar teşkil eden, ağır hareketli ve kütle savaşı yapan yabancı ordularkarşısında daima üstünlük sağlamakta idiler.

Türk birlikleri savaşın ve muharebesahasının icaplarına göre, aldıkları emri icrada kendi insiyatiflerini kullanmaktatam serbestlik içinde mütemadiyen dağılırlar, birleşirlerdi. Bozkır savaş şeklinibilmeyenlere “nizamsız ve telaşlı” gibi görünen bu akıcılık Türkordularının en büyük avantajı idi. İşte bu esas üzerine kurulu Bozkır muharebe usulünün iki mühim hususiyetivardı: Sahte ric'at ve pusu. Yani kaçıyorgibi geri çekilerek düşmanı çenbere almak üzere, pusu kurulan mahalle kadar çekmek.Bu savaş usulüne, Türk yurdunun kadîm adından dolayı “Turan taktiği”denilmektedir. Türkler kazandıkları büyük savaşların çoğunda bu taktiğitatbik etmişlerdi (Hatta daha sonraki çağlarda bile: 1040 Dandanakan, 1071 Malazgirt,1396 Niğbolu, 1526 Mohaç vb bu taktik kullanılmıştır.) 

Fertleri bir askerlikhavası içinde yetiştiren bozkır Türk halkına bu sürekli başarıları sağlayanbaşlıca hususlardan biri, aynı zamanda savaş hazırlığı vasfında olan, daimi sporhareketleri idi. Ata binmek, ok atmak herkesin tabii meşgalelerinden idi. Atyarışları, cirit, gülle atma, güreş, doğancılık (yırtıcı kuşlarla avlanma)vb. mücadele azmini keskinleştirirdi. 

Kadınların da iştirak ettikleri çeşitlitop oyunları (futbol, golf ve polo'ya benzernevileri) Hunlar'dan beri Türkler arasında oynanmakta olup Gök-Türkler çağındaÇin'e de yayılmıştı. Fakat Türkler'in en mühim sporu avcılıktı. Bilhassa vahşive zararlı hayvanın avı ile sonuçlanan sürek avları gerçek bir savaş manevrasımahiyetini taşıyordu. 

Çin kaynaklarına göre M.Ö. 62 yılında Hunhükümdarının idaresinde tertiplenen böyle bir sürek avına 100 bin süvarikatılmıştı. Diğer bir sürek avında 700 li’lik (aş. yk. 350 kilometre) bir çevrekuşatılmıştı. Altaylar'da çok eskiden beri bilinen kayakçılık, bazı araştırıcılara göre,oralardan her tarata yayılmıştır. 

Bu suretle sağlamlığını ve kudretinikoruyan Türk orduları yabancılar tarafından ilk taklit edilen Bozkır müessesesiolmuştur. Türk akınlarına karşı imparator Şi-huang-ti'nin inşa ve ikmal ettirdiği(M.Ö. 214) meşhur Çin şeddi maksada kafi gelmeyince, orduda ıslahathızlandırıldı. Önce, 20 sene uğraşılarak, Hun usulünde 163 bin kişilik bir orduhazırlandı. Daha sonra da 300 bin kişiyi Hun usulünde yetiştirdiler. 

Atlı birlikler teşkili yolu ile Türk silahları,bozkır Türk süvari elbisesi olan ceket, pantalon ve Hun başlığı ile çizme Çin'egirdi. Sürek avları da orada görülmeğe başladı ve bu ıslahat ve taklitlerGök-Türkler çağında da devam etti. 

Romalılar da 5. yüzyıl boyunca ordularınıTürkler'inkine uydurmağa çalıştılar. O zamanlardan itibaren yay Roma askerlerininbaş silahı oldu (İngiltere'nin Wales bölgesinde bulunan Romalılar'ın Hun tarzındayay imalathanesi). Bu suretle ceket, pantolon da ilk defa Batıda göründü ve sonrayayıldı. 

Romalılar gömlek giymesini de o sırada Türkler'denöğrenmişlerdi. Türk süvariliği ve teçhizatı en çok tesirini Bizans'ta gösterdi.Orada yalnız taklit ile kalınmamış, bizzat imparatorlar tarafından bu hususta eserlerde yazılmıştı. 

Ordusunda Türk usulüne göre geniş islahat yapanimparator Herakleios (ölm. 641)'un “Tactica” adlı eserinde, 700 yılına doğruMauriacus tarafından yazılan “Strategikon” adlı eserde, diğer imparator LeonPhyiosophos (ölm. 912)'un yine “Tactica” adını taşıyan kitabında Gök-Türk,Avar, Bulgar, Peçenek, Türk (Macar)'lerin silahları, teçhizatı, savaş usulleritanıtılmakta ve Bizans ordusunda islahat lüzumu belirtilmektedir. 

Üzengi de Avrupada ilk defa Avarlar'dagörülmüştür. 

Ruslar daha Kiyef knezliği devrinden itibaren Hazar,Peçenek ve Kuman tesirinde, Balkan Islavları, Tuna Bulgarları aracılığı ile hemeğitim, hem teçhizat yönlerinden Türk tarzında askerî güçlerini meydanagetirmişlerdi. Cengiz Han da, 1206'da “han” ilanını müteakip devletiniteşkilatlandırırken, önce ordusunu Türk usulünde düzenlemiş, yani rütbehiyerarşisi yerine kabile ünitesi ve hizmetin çeşidine göre kuvvet mevcudu değişeneski Moğol adetini terk ederek, onbaşısından tümen beğine kadar kendi kabilesi(Manghol = Moğol) noyan'larından ve nö-kör'lerinden tayin ettiği 10'lu sistem üzerebüyük ve disiplinli ordusunu kurmuştur. 

Buraya kadar ana çizgileri ile görüldü ki:Özel mülkiyet, serbest çalışma, imtiyazsızlık; hükümranlık karizma'ya dayanmaklabirlikte töre hükümlerinde ifadesini bulan zımnî anlaşma (kanunî meşruiyet),askerî karakter, hayvancılık ve imperium Bozkır devletinin özellikleridir. Budevlette en mühim mesele, İl'in bütünlüğünü korumak için zarurî kanunmevzuatının, gelişmiş hürriyet eğilimi ile bir ahenk içinde tutulmasınısağlamaktı. Bu son derecede güç bir işti. 

Töre sınırlamaları ile şahıs hak vetopluluk menfaatlerinin çatışmasını önleyerek sosyal düzeni yürütebilmek yüksekidare kabiliyeti istiyen bir husustu. Devlet başkanının, cesareti ve askerî bakımdankifayeti yanında tedbirli, ihtiyatlı ve ileri görüşü, yani eski deyimle “hakîm”olması da gerekiyordu. Tatbikatta bu, gördüğümüz gibi, Türk ülkelerinde umumiyetledaima yeni şartlara göre düzenlenen törenin tam olarak yürürlükte tutulması,imparatorluk durumunda ise toplumda halkı tedirgin etmiyen sosyal ve kültürelalışkanlıkların muhafaza edilerek, ancak huzur bozucu uygulamaların ortadankaldırılması şeklinde tecelli ediyordu. Töre'nin hakim bulunmadığı yerde Türk İl’idağılıyor, diğer taraftan İl-hakanlıkların çöküş anlarında, kendigeleneklerine dokunulmayan, yabancı kütleler birer toplum bütünü halinde tekrarortaya çıkıyorlardı. 

“Hakim” tabiri eskiTürkçe’nin köklü kelimelerinden olan “bilge” sözü ile karşılanmıştır.Türk İl’inde başarıya ulaşan Türk hükümdarlarına devlet adamı ve hattahâtunlara “bilge” sıfatının verilmesi, bilgelik’in Türk idarecilerinden istenenbaşlıca şart olduğunu gösterir. 

Türkleruzun bir tarihî hayatın tecrübeleri ile kazandıkları bu siyasî terbiye sayesinde,yabancı ülkelerde de karşılaştıkları sosyal ve iktisadî güçlükleri yenerek,kütleleri memnun edici siyasî teşkilatlar kurmağa muvaffak olmuşlardır. Başarınınsırrı, Türk bozkır siyaset anlayışındaki, halk ile işbirliği halinde toplulukmenfaatlerini koruma prensibinden ibaret bu “bilgelik” kavramında aranmalıdır.İşaret edilen prensip, aynı zamanda, “Türkler’de devlet toprakları hükümdarailesinin ortak malıdır” şeklindeki kanaatin yanlışlığını ortaya koyar. Butarz, tipik Moğol devlet anlayışıdır ki, Türk ile Moğol’ birbirinden ayırmayanbazı araştırıcılar tarafından Türkler’e yakıştırılmış veyaygınlaşmıştır. Türk Devleti’ndeki, açıklamağa çalıştığımız ülkekavramı ve meşruiyet telakkisi (kut) karşısında, hanedan mensuplarının çeşitlibölgelere tayinleri, yurt’u şahsî mülk sayarak bölüşme değil, idarî sorumluğuortaklaşa yüklenme olarak kabul edilmek gerekir.

Din 

Bozkır Türk halkının,sosyal muhteva bakımından daha ziyade siyasî karakterde bir topluluk teşkil ettiğinive din adamlarının, yerleşik kültürdekilerde, çöl ve orman kavimlerinde görüneninaksine olarak, Türkler arasında mühim rol oynamadığını belirtmiştik. Ancak budurum eski Türk sosyal hayatında dinin mevcut olmadığı gibi bir garipmanaçıkarılmamalıdır. 

Totemcilik Meselesi 

Eski Türkler’detotemciliğin var olduğu ileri sürülmüş delil olarak da Kurt’un ata tanınması, buhayvana karşı saygı duyulması başta olmak üzere, 19. yüzyılın 2. yarısında OrtaAsya Türkleri arasında tespit edilen “ata”larla ilgili ve totemcilikteki“şuringa”yı andıran Put-fetişler (Altaylılar’da töz’ler, Yakutlar’datangara’lar) vb. gösterilmiştir. (Asya Hunları’nda totemcilik izleri, “altunput”, Gök-Türkler’de keçeden kesilmiş Tanrı tasvirleri), Reşid’üd-din,Camiü't-Tevarih adlı eserinde (18. asır ilk çeyreği) 24 Oğuz kabilesini sıralarken,her dört kabile için bir kuşu “ongon” (Türkçeuğur ifade eden ong sözünden; totem manasına) olarak belirtilmektedir. Ancak bütünbunları eski Türkler’de totemcilik inancının mevcut olduğuna dair gerçek delillerolarak kabul etmek mümkün değildir. 

Çünkütotemcilik sadece, bir hayvanı ata tanımaktan ibaret değildir. Bir inanç sistemiolarak onun sosyal ve hukukî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için buşartların tamam olması gereklidir. 

Totemcilikte“ana hukuku” cari iken, Türk ailesi esasta, baba hukukunun ağır bastığı“pederî” karakterde idi. Bir klan dini olan totemcilikte mülkiyet ortaklığıolduğu halde, Türkler’de hususî mülkiyet büyük rol oynuyordu. Totem inancındaaynı toteme bağlı olanlar birbirleri ile akraba sayılır. Halbuki Türkler’de kanakrabalığı vardır. Totemci klanda “asalak” ekonomi (avcılık ve devşirme)bulunurken, Türk ekonomisi hayvan yetiştiricilik ve ziraat üzerine kurulu idi. Totemcitopluluklarda her klan ata tanıdığı ayrı bir totemi bulunur. 

Türkler’deise, bütün bir kavmin kutlu saydığı bir hayvan mevcuttur. Totemcilikte, ayrıcayalnız hayvanlar değil, mesela bir taş parçası, yağmur suyu vb. totem olabilir.Türkler’de Kurt’un saygı görmesi ise, yüz binlerce baş sürülerin otladığıbozkırların korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki, bununtemelinde dini bir tasavvur keşfetmek müşküldür. Kurt efsanesinin toplayıcı birvasfa sahip bulunması, klanları birbirinden ayıran ve onları karşı karşıya koyantotemcilik anlayışına aykırı düşmektedir. Klanda her fert totemin adını taşır.Türkler’de her ferdin, her ailenin ayrı adı vardır. 

EskiTürkler’de “Kurt-ata”nın yaşadığı yer kabul edilen mağarada belirli törenlertertiplemek geleneği, Kurt’un vücudu ile değil, mazisi karanlıklara karışmışeski bir hatıranın canlandırılması ile ilgilidir. Nihayet klan, totemcilikte ruh’unölmezliğine inanılmadığı halde, kainatı bile ruhlar dünyası olarak bilen eskiTürkler’de dini inancın temellerinden birini ruh’un ebedîliği teşkil eder ve busebeple ataların ruhlarına adaklar adanır, kurbanlar kesilir. 

“Ongon”tabirine gelince, bunda Moğol tesirini sezmek mümkündür. Çünkü bir orman kavmi olanMoğollar, aslında “asalak” ekonomiye bağlı, ailede “ana hukuku”nun hakimolduğu, aynı zamanda “totem” telakkisi içinde yaşayan bir topluluk idi.“Ongon” sözünün kökü ong Türçe olsa bile, tabir olarak “ongon” Türkçedeğildir ve gerçekten de Moğollar’dan önceki Türk dili vesikalarının hiç birinde(Kitabeler, Uygurca metinler), geçmemektedir. 

Oğuzboylarının “ongon”ları olarak gösterilen kuşlar da, Moğol tesirinden öncekidevirlerde aynı Oğuz boyları listesini veren Kaşgarlı Mahmud’un eserinde (buradaReşidü’d-din’deki damgalar aynen mevcut olduğu halde) yoktur. 

Bununlaberaber, eski Türkler’de “Kartal” inancının mühim bir yer tuttuğuanlaşılıyor. Orta Asya’da M.Ö. 2. bin başları olarak tarihlenen Kurat kurganıiçinde bir kartal pençesine rastlanmış, Kül-Tegin’in bütünde serpuşun öntarafında kanatları açık bir kartal kabartması yapılmıştır. Bugünkü çeşitliAsya Türk topluluklarında da Kartal’ın mühim yeri dikkat çekicidir. Yuvasınıyalçın kayalar üzerine yapan, çok yükseklerde uçan kartalın aynı zamanda avcıkuşlar türünden olması ona kutsallık izafesine sebep teşkil etmiş olabilir ve belkide bu sebepten, ilk ve ortaçağlardan itibaren çok yaygın görünen (eski doğukavimlerinde, İslav devletlerinde, Bizans’da, Batı devletlerinde) ve doğu menşeliolduğu kabul edilen, hâkimiyetin timsali Kartal’ın Türk aslından geldiği ilerisürülmüştür. 

Şamanlık Meselesi 

Bozkırlarsahasındaki dini inanışların Şamanlığa bağlanması adet haline gelmiştir. EskiTürk inancının Şamanlık olduğu kanaati 19. asrın 2. yarısında Orta Asya Türkleriarasında yapılan araştırmalar neticesinde iyice yerleşmiştir. Gerçekten de bilhassaYakutlar’la Altaylar daha uzun zamandan beri bu inanca bağlı görünmektedir. Ancakburalarda dünyanın ve insanınyaratılışı ile ilgili rivayetlerden hiç biri Türkler’in kendi düşüncemahsulleri olmayıp, çeşitli dinlerden gelen tesirlerin bir birlerine karışmasındanmeydana gelmiş bir tasavvurlar örgüsüdür. Mesela rivayetlerde zikredilen has isimler,birkaçı dışında, hepsi yabancıdır. Kuday, Kurbustan, Körmüs, Maytere,Mangdaşire, Burkan, Matmas vb. Adem-Havva ve yasak meyve hikayesini andıran motifler,bazı tabirler (mesl. Tamu=cehennem), kıyamet, tufan rivayetleri de hep böyledir.Uzmanlarınca belirtildiği üzere, bu Orta Asya dinî gelenekleri başta Budizm olmaküzere Hind, İran, Yunan, Yahudî efsaneleri ile, belki eski Türk nitelemelerindenbazıları kırıntıların da katıldığı, Moğol devrinde peydahlanan bir takımhikayelerin birbiri içine girmesinden teşekkül etmiş olduğu için bunlardan Altay,Yakut şamanlığındaki asıl tasavvuru, yani Şaman Türk’ün dinî düşüncesinibulup çıkarmak hemen hemen imkansız görünmektedir. 

Şamanlık inancıüzerinde en derin araştırmayı yapmış olan M. Eliade, bütün orta ve kuzey Asyatopluluklarında dinî faaliyetlerin hepsinde “icracı” durumunda olmadığı, birçoktörenlere, meselâ Tanrı’ya kurbanlar sunuluşunda Şamanların katılmadığı, hattaher aile reisinin bu işi yapabildiğini, ayrıca, sıhrî dini hayat Şamanlıktan ibaretolmadığından, her sihirbazın da “Şaman” sayılmadığını ve şamanlıktahastalara şifa vericilik esas unsurlardan olmakla beraber, her “tabip”in“şaman”lıkla tanımlanamayacağını belirtmek gerekir. Böylece şamanlık bir“vecd” hali olarak tanımlanır. 

Bununla beraber,yine dinler tarihinde ve din ontolojisinde görülen çeşitli “vecd” hallerinin hepside şamanist “vecd”e dahil değildir. Şaman, her şeyden önce, kendi hususîusulleri vasıtası ile kazandığı “vecd” hali içinde, ruhunun, göklere yükselmekveya yer altına inmek ve oralarda gezip dolaşmak üzere, bedeninden ayrıldığını hiseden bir “trans” (aşkın) ustasıdır. 

Bu esnada bir aletdurumuna düşmekten uzak, aksine kendisi ruhları hüküm altına alarak ölülerle,şeytanlarla, cin ve perilerle irtibat kurmağa muvaffak olur. Hastalanan (ruhlarıçalınan) kimselere şifa vermesi, ölülerin isteklerini yerine getirerek zararlarınıönlemesi, insanların dert ve dileklerini arz etmek üzere gökteki ve yer altındakitanrıların yanına giderek aracılık yapabilmesi böyle mümkün olmaktadır. Buhususiyetleri ile iptidaî topluluk üzerinde korku ve saygı uyandıran Şaman, “insanruhunun mütehassısı” olarak hak kütlesinin maneviyatına nezaret eder. Fakatfonksiyonu, diğer umumî dinî-sıhrî itikatların temsilcileri ölçüsünde kapsamlıdeğildir. Ruhun vasıtasız olarak müdahale etmediği hastalık (ruhun kaybolması),ölüm veya talihsizlik bahis konusu olmadığı veya bir kurban töreninde her hangi bir“vecd” tekniğinin (göğe veya yeraltına seyahat) yer almadığı hallerdeşaman’a iş düşmez (Şamanlık dünyanın her yerinde, eski çağların bütünkavimleri ile iptidaî topluluklarda mevcut bulunmuş ve orta ve kuzey Asya Türkülkelerine sonradan Asya’nın güney bölgelerinden gelmiştir). 

Görülüyor kidinden ziyade bir sihir karakteri ortaya koyan ve esasen bir bozkır inanç sistemiolmayan Şamanlığın tarihi Türk topluluklarında görülen ve aşağıda bahis konusuedeceğimiz Tanrı ve “yer-su” inançları ile bir ilgisi mevcut değildir. Bu ilgininvar olabileceği intibaını uyandıran, Türkçe din adamı manasındaki “kam” ile“şaman” kelimesinin aynı olduğu yolundaki eski bir iddia da, bizzat “şaman”tabirinin bir Hind-İran dilinde keşfedilmesi ile geçerliliğini kaybetmiştir. AncakTürk inancı ile Şamanlık arasında hayret edilecek bir intibak hasıl olmuş ve bubilhassa Türkler’deki atalar kültünün, kartal inancının, demirciliğin ve atkurbanın “Şamanik” vasıf kazanmasında dikkati çekmiştir. 

EsasenŞamanlığın en büyük hususiyeti nüfuz ettiği bölge halkının ruh aleminebürünme kabiliyetidir: “Vecd”, ruhun gezip dolaşması, tanrılarla irtibat kurmasımevzuunda, eski Türk topluluğunun tabiata atfettiği gizil kuvvetleri istismar etmiş,yavaş yavaş gelişerek, ona yeni unsurlar ekleyerek, bütün bir maneviyat aleminibelirli bir kadro içine almayı başararak, adeta bir din sağlamlığı kazanmıştır.Mamafih bu dıştan tesir yalnız eski Türk dinine mahsus değildir. Din tarihçilerinegöre, her dinde bu türden tesirler, birleşmeler, yenilenmeler görülmektedir. 

BozkırTürkleri’nin dinini şu üç noktada toplamak mümkündür. 

Tabiat Kuvvetlerine İnanma 

Eski Türkler tabiattabir takım gizli kuvvetlerin varlığına inanıyorlardı: Dağ, tepe, kaya, vadi, ırmak,su kaynağı, ağaç, orman, deniz, demir, kılıç, vb. Bunlar aynı zamanda birer ruhidiler. Ayrıca güneş, ay, yıldız, yıldırım, gök gürültüsü, şimşek gibitanrılar tasavvur edilmiştir. Ruhlar iyi-kötü, yani iyilik seven, fenalık getirenolmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Erkek tanrılar yanında bir de “Umay” denilenbir tanrıça vardı. Fizikî çevrede görülen tabiat ârıza ve hadiselerinin böyletelakki edilmesi “Halk dinleri” eski Yunan ve Roma dahil bütün eski kavimlerdeumumîdir, hatta hayat tarzı üzerindeki tesirlerine göre bu ruhlar ve tanrılar,çeşitli topluluklarda değişik şekilde ehemmiyet taşırlar 

AsyaHunları ilkbaharda (Mayıs ayında) Lung-çu bölgesinde ve sonbaharda atalara, tabiattanrılarına kurbanlar keserlerdi. Hükümdar tan-hu, gündüz güneşe, gece tolun ayata’zim ederdi. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar teşebbüslerinin isabetini ayın veyıldızların hareketleri ile kontrol ederlerdi. Tabgaçlar’da da ilk ve sonbaharlardaatalara kurban sunulur, tapınak makamındaki “taş-ev” içinde kesilen kurbandansonra, civara kayın ağaçları dikilirdi ki, bunlardan kutlu ormanlar meydana gelirdi.Göktürkler kurt-ata mağarasının önünde tanrılara kurban takdim ederlerdi. AvrupaHunları’nda, çoktan kaybolmuş “savaş tanrısı”nın kılıcı bulunarakAttila’ya teslim edilmiş, ve bu, Hun hükümdarının dünya hakimiyetine alâmetsayılmıştı. Ölüm halinde yas törenleri yapılır, kırda ise, ölü çadırınetrafında süratli atlarla dolaşılır, saç-baş dağıtılır, yüz, kulak bıçaklaçizilerek kan akıtılır, ayrıca yemek verilirdi. Bu törenlere “yoğ” deniyordu. 

Bizans kaynaklarınınkayıtlarına göre, Türkler ateşe de tazim etmekte idiler. Fakat bunun yalnızGöktürkler zamanında ve hatta sadece Batı Göktürk bölümünde görülmesindenanlaşılıyor ki, bu, İran Mazdeizmi’nin (Zerdüşt’lüğünün) tesiri olup henüzTürkler arasında yayılmış değildi. 

Tabiat ruhlarınaGöktürk çağında, kitabelerde görüldüğü gibi, Yer-su “yir-sub”lar deniyordu.Bu tabir “yer-suv” şekliyle Uygurlar’da da vardı. Yer-su’lar kutsal “iduk”sayılıyorlardı. Kitabelerde yalnız iki yer-su’nun adı zikredilmiştir: “IduxÖtükan” ve “Tamıg ıduq baş”. Bunlardan ilki, bilindiği gibi “kaganlık”merkezi (bunun Moğol toprak tanrıçası Atügan ile ilgisi olmamak gerekir, ziraTürkler’de toprak tanrıçası yoktur, ancak bölge sonraları, Moğollar zamanındaböyle itibar edilmiş olabilir), diğeri de kutsal Tamıg (Tamır suyunun) kaynağıdır.Aslî Türk kültüründe bütün yer-su’lar maddî değil manevî kuvvet olaraktasavvur edildiklerinden, kendileri ile ilgili mitolojiler teşekkül etmemiştir. 

Atalar Kültürü 

Ölmüşbüyüklere tazim, atalara saygı, baba hakimiyetinin inanç sahasındaki belirtisi olarakgörülmektedir. Bunun sosyal ve iktisadî şartlar dolayısıyla, eski orta ve kuzey Asyakavimlerinde bulunabileceği hakkındaki düşünceler Türkler yönünden tarihîkayıtlarla kesinleşiyor. Yukarıda söylendiği gibi, Asya Hunları ilk baharda (18Mayıs) atalarının ruhlarına kurban sunarlardı. 

Atalara aithatıraların kutlu sayılması, Türk mezarlarına yapılan tecavüzlerin ağır şekildecezalandırılmasından anlaşılıyor. Attila’nın 2. Balkan seferinin bir sebebi deHun hükümdar ailesi kabirlerinin Bizans’ın Margus piskoposu tarafından açılaraksoyulması idi. M.Ö. 79 yılında benzer bir tecavüz hadisesi tan-hu’yu MoğolO-huan’lara karşı savaşa zorlamıştı. 

Moğollar’ı veBizanslıları bu hırsızlık teşebbüslerine sevk eden sebep eski Türkler’deölülerin silahları, kıymetli eşyası., bazen tam teçhizatlı atları, kadınlarınmücevherleri ile birlikte gömülmesi idi. Böylece öteki dünyada rahatyaşamalarının sağlandığı düşünülüyordu. Türkler gibi, atalar kültüne sahipdiğer kavimlerde bu inanç, ölen bazı kudretli kimselerin yarı tanrı sayılmasınakadar ileri gitmiş iken ve bunlar ve diğer tanrılar için insan kurban edilirken.Türkler’de böyle adetlerin görülmemesi dikkat çekicidir. İbn Fadlan’ın, ölenHazar hakanının hizmetçilerinin de kesildiği yolundaki haberi, hakan ve umumiyetleHazarlar hakkında gerçeklerle bağdaşması müşkül diğer haberlerin çoğu gibi,doğruluktan uzaktır. Eski Türkler arasında insan kurban edildiği intibaınıuyandıracak bazı kayıtların, iyi bir araştırma sonuncunda, bu manayaalınabilmesinde ancak zorlama yoluna gidilmek gerektiği anlaşılıyor. Asya Hunlarıiçin, Çin yıllıklarındaki ölünün “yakınları tarafından takip edilmesi”ibaresi tefsir yolu ile bu neticeye ulaştırılmak istenmiştir. 

Halbuki, kaynak,hiçbir engel bahis konusu değilken, “insan kurbanı”nı açıkça kaydetmediğigibi, eğer gerçekten mevcut ise, bu adetin Hun İmparatorluğunda yaşayan kesimlerdenhangisine ait olduğu da açıklanmış değildir. Diğer taraftan Attila’nın ölümüile ilgili olarak Jordanes’in –hadiseden takriben 100 sene sonra- kütle halindeinsanların öldürüldüğü hakkındaki haberi de, bu yazarın mensup olduğu sanılanVizigotlar’da asırlardan beri mevcut kurbanı motifinin tekrarı gibi görünmektedir.Attila’yı gömenlerin, mezarının yeri bilinmemesi için öldürülüp gömüldüklerihususu ise, Türk kültürü anlayışının dışında kalan bir durumdur, çünkü, hembazı milletlerde görülen bu adetin tersine Türkler mezarlarının üstüne tümsekyaparlar ve hatta taşlar (balballar) dikerlerdi. 

Türkler insan kurbanetmedikleri gibi, hükümlerini yürüttükleri yerlerde insan kurban adetini kaldırmağaçalışmışlardır (Mesela, Soğd’da) . 

EskiTürkler’de kurban olarak hayvan kesilirdi. Hayvan cinsinden de erkek’ler seçilirdi(koyundan koç, deveden buğra, attan aygır). En makbul olan at iskeletine bozkır-Türkkavimlerine ait mezarlarda çok sık rastlanır. Bundan dolayı Asya Hun İmparatorlarınaait kurganlarda at cesetlerine tesadüf edilmiştir (Mesela Altaylar’da Pazarlıkmevkiinde). 

Gök-Tanrı Dini 

Bozkır Türk topluluğununasıl dini bu idi. Eskiçağlarda başka hiçbir kavim ile iştiraki olmayan bu inançsisteminde Tangri (Tanrı) en yüksek varlık olarak itikadın merkezinde yer almıştı.Yaratıcı, tam iktidar sahibi idi. Aynı zamanda “semavî” mahiyeti haiz olup, çokkere “Gök-Tanrı” adı ile anılıyordu. Gök-Tanrı telakkisinin, toprakla ilgisiolmadığı için, avcu, çoban ve hayvan besleyici topluluklara mahsus bulunduğu, buitibarla kaynağınin Asya bozkırlarına bağlanması gerektiği umumiyetlearaştırıcılar tarafından kabul olunmuştur 

Orta ve kuzey Asya toplulukları içinkarakteristik bir sistem olan Gök-Tanrı, doğrudan doğruya “bütün Türkler’in anakültü” durumundadır. 

Gök-Tanrı itikadının esaslarınıbaşta Orhun kitabeleri olmak üzere, eski Türk vesikalarından az çok tespit etmekmümkün oluyor. Tonyukuk kitabesinde çok zikredilen Tangri bazen “türk tangrisi”şekliyle o çağlarda “milli” bir Tanrı olarak görünmektedir. Göktürkler’inbir “hakanlık” kurması onun isteği ile olmuştur. Hakan, Türkler’e onuntarafından verilmiştir. Yani Tanrı Türk halkının istiklali ile alakalanan bir uluvarlıktır. Savaşlarda onun iradesi üzerine zafere ulaşılır. Türk’ün veumumiyetle insanların hayatına Tanrı vasıtasız müdahale eder. Emreden, iradesineuymayanı cezalandıran Tanrı bağışladığı kut ve ülüg (kıymet)’ü layıkolmayanlardan geri alır. 

Ulu Tanrı şafak söktürür bitkiyicanlandırır. Ölüm de onun iradesine bağlıdır. Can veren tanrı, onu isteğine göregelir alır (“Kül-Tegin vadesi gelince öldü. Kişioğlu ölmek içinyaratılmıştır” Kitabeler). “Kara-yol (kanun, hak) Tanrı’dır. Kırılanlarıbirleştirir, yırtılanları birbirine ular... İnsan diz çökerek Tanrı’yayalvarır, kut isterse verir, atlar çoğalır, insanı yalancıyı Tanrı bilir.Bulgarlar Hıristiyanların (Bizanslılar’ın) iyiliği için çok çalıştılar. Onlarbunu unuttu. Fakat Tanrı biliyor”. İnsanlar fani, tanrı ebedîdir (Bulgar kitabesi). 

Ne kadar dikkate değer ki daha geçdevirlerde Türkler arasında yayılan iptidaî şamanlık eski Türk Gök-Tanrıtelakkisine dokunamamıştır. 

Türkler’de Tanrı düşüncesindemaddî gökyüzünde manada ulu varlık’a doğru bir gelişme dikkati çeker. Orhunkitabelerinde Türk kozmogonisini tek cümle içinde açıklayan bir ifade şöyledir:“Üze kök Tangrı asra yagız yir kılındıkta ikin ara kişi oğlu kılınmış...”(Yukarıda mavi gök, aşağıda yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğluyaratılmış...). Burada “kök-Tangri”nin, gökyüzü olduğu aşikârdır. O haldeGök-Türk çağında, dünyayı kaplayan, yeryüzünde herşeyi hükmü altında tutan sema’nın bozkırlı gözündeTanrı kabul edilmesi mümkündür. 

10. asır Oğuzlar’ında da benzerbir telakki göze çarpar. İbn Fadlan’ın naklettiğine göre, Oğuzlar’dan birihaksızlığa uğradığı yahut hoşlanmadığı bir iş başına geldiği zaman,başını göğe kaldırarak “Bir Tanrı”der. 13. asır Uygur’ları da Tanrı’nıninsan veya herhangi bir tasvir şeklinde cisimlendirilemeyeceğine inanıyorlardı. Demek ki, asli Türk itikadındaputçuluk yoktu. 

Kitabelerin bir yerinde Tanrı ile“yer” eşit fonksiyon icra eder gibi görünmekle beraber (“yukarıda Tanrı,aşağıda yer buyurduğu için” Kitabeler), Gök-Tanrı’nın çok eski zamanlardanbelki -Hunlar’dan- beri tek ulu varlık’ı temsil ettiğine dair deliller vardır. 

Hunlar devrinde, üstelik 6-8, asırlarda artık fonksiyonunu kaybetmişolan güneş, ay, yıldız tanrılar da mevcuttu. Ancak bu durum Gök-Tanrı’nın,tıpkı semavi dinler (Musevilik, Hristiyanlık, İslamlık) deki gibi, tek kudret olduğukeyfiyetini gölgelendirmez. Çünkü dinler tarihinde tesbit edilmiştir ki, hiçbir din,hiçbir devirde tek itikad ve amelden ibaret olmamış, “hiçbir Tanrıya tek başınaitaat edilmemiş” ve Tanrı daima kutsal sayılan ikinci derecede, yan varlıkinançları ile çevrilmiştir (Semavi dinlerde Tanrı = Allah ile beraber azizlere,meleklere, resullere, kitaplara da iman edilir). 

Türkler’de de Gök-Tanrıyanındaki: Hun devrinde güneş, ay, yıldızlar ve Gök-Türkler çağında, yer veyer-su’lar böylece kutsallar (“aziz’ler) durumundadır (bu sebeple V. Thomsen“yer-sub” tabirini “saints” = azizler diye tercüme etmişti). 7. asır Bizanstarihçisi Th. Simocattes, Gök-Türkler’in kutsal saydıkları ateşe, suya, toprağatazim ettiklerini, fakat yalnız, yerin göğün yaratıcısı bildikleri Tanrı’ya taptıklarınıbelirtmiştir. Yeryüzünde mevcut dinlerde “uluhiyet” konusunda araştırmaları iletanınmış W. Schmidt’e göre de, daha Hunlar’da tek tanrılığa doğru oldukçaileri bir gelişme gözlenen Gök-Tanrı dininde, Tanrı, Gök-Türkler devrinde manevi,büyük bir kudret haline yükselmiş bulunmakta idi. Tiflis’li St. Abo (790’lardı)Hazarlar’ın “bir yaratıcı Tanrı” tanıdıklarını söylemiştir. Hazarbaşkentine, Bizans’tan St. Cyrill ile mülakatı sırasında (862’de) hakan,hıristiyanların Tanrının “üçlü kişiliği”ne (Trinity) inandıkları haldekendilerinin (Türkler’in) tek Tanrı’ya iman ettiklerini belirtmişti. 

Bulgar Türkleri de yaratıcı tekTanrıya inanıyorlardı. Burada yanlış bir tefsiri önlemek için belirtelim ki, eskidinlerde görülen, sema ile ilgili inançlarda tanrılar (Babil’de Şamas, Pamir’deArso, Azizo, Baolsamin, Mısır’da Amon-re, İran’da Ahura, Hind’de Varuno,Roma’da Mithra vb.) hep güneşi, ayı,yıldızları temsil etmişler iken, Türkler’in dininde, bunlara ikinci planda yerverilerek, bizzat Gök, Tanrı sayılmıştır. Gök dinini bütün öteki dinlerdenayıran bu hususiyet, bu inanç sistemini, Orhun kitabelerinde ifade edildiği gibi,Türkler’in “millî” dini haline getirmiştir. Nitekim Tanrı kelimesi de bunugösterir. 

Tanrı tabiri, aşağı yukarı,bütün Türk lehçelerinde mevcuttur ve Türkçe’nin temel kelimelerinden biridir. 

Eski Türk din adamlarınaumumiyetle “kam” deniyordu. Türk lehçelerinde bu kelime de yaygındır ve ilk olarakAvrupa Hunları’nda görüldüğü bildirilmiştir (Atakam, Eş-kam). Gök-Tanrıdininin ne amel (ibadet) şekilleri ve “tangirilik” denilen tapınakları, ne de“tangrilik” (Irk bitig) adı verilen din adamları kesimi hakkında başkaca bir şeybilinmiyor. 

     ANA SAYFAYA DÖN

 
 
Z i Y A R E T C i - D E F T E R i
orhanyildiz.tr.gg
A N A - S A Y F A Y A - G i T
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol